TEPEDEN TIRNAĞA RAHATSIZLIK

İstanbul’a giderken yanıma eski bir vekil arkadaşım vardı. Tevafuk oldu. O da benim gibi ilk dönem vekillerinden. Durumumuz biri birine çok benziyor. Sohbet sohbeti açtı.

Aslında Ak Partinin ilk dönemi günümüz ile mukayese edilmeyecek kadar bir gönüllüler hareketi gibi gelmiştir hep bana.

O eski vekil arkadaş ile geçmişi, günümüzü, geleceğimizi konuştuk. Gelişmelerden mutsuz olduğumuzu ifade ettik. Partiye, Camiaya veya Cemaate kumpaslar kurulmuş olduğunu ifade ettik.

Bunları yapanların dünyada bir örneği daha bulunmayan Bizans oyunlarına taş çıkartırcasına başarılı olduklarını gördüğümüzü de biri birimize anlattık.

Hemen her alanda biri birleri ile zerre kadar farkları olmayan insanların nasıl oldu da bu duruma düştüklerine hayretle işaret ettik.

Kim ne yaptı, nasıl yaptı, niye yaptı da bu günlere geldiğimizi ifade etmeden önce, her iki tarafın biri birine olan desteğinin Türkiye’nin en azından bundan böyle 50 yıllık geleceğine damga vuracağı ortada iken neden bu duruma düşüldüğünü sorduk biri birimize.

Arkadaş dedi ki, Zekeriyya Öz’ün dalgalar halinde devam ettirdiği soruşturmalar için, hükümet kanadından “nedir bu dalga, dalga soruşturma işlemleri. Bunun bir sonu yok mu? Türkiye artık bu dalgalardan yoruldu” açıklaması ilk sıkıntı kaynağı oldu.

Zekeriyya Öz’e yaptıklarından pişmanlık duymasını gerektirecek bir durum olmadığı inancı verilerek, İstanbul Cumhuriyet Başsavcı vekilliğine tayini yapıldı ve kendisine Başbakanın zırhlı arabası verildi. İş kapanır gibi oldu.

Ardından yasak yöntemlerle elde edilen ve yöneticilerin hal ve durumunu fahşeden belgelerin yazılı ve görsel basında yayınlanmasının suç teşkil edeceğine dair yasa, özel hayatın gizliliğini koruma gibi güzel ambalajı ile TBMM sinden geçirildi.

Yasaya aykırı davrananlara 5 yıldan başlayan cezaların verileceği hükme bağlandı.

Çıkarılan bu yasa Ergenekon ve Balyoz gibi davaların bir daha gündeme gelmesini nerede ise imkansızlaştırdı. Ak Partiye kumpas kuranlara ayrıcalık tanıyan bu yasanın mantığını önceleri kimse anlayamadı.

2011 yılından itibaren Camiaya yakın kişilerin İdarecilik, Hakimlik, Savcılık gibi görevlere atanmalarının önü kesildiğine dair bilgiler piyasada dolaşmaya başladı. Tavassutçuların “arkadaş camiadan mı” sorusuna, aracılar, yeminle billahla böyle bir şey yok diyerek takiyye yapmak zorunda kaldılar.

Bununla ilgili bilgiler tepe noktalara anında ulaştırıldı. Ve Hükümetin Cemaatle yollarını ayırmak istediği yönünde kanaatler iyice pekişmeye başladı.

Oslo görüşmelerinde PKK tarafının Güneydoğudaki hizmet okullarının kesin biçimde kapatılması veya etkinliklerinin azaltılması yönünde istekte bulunduğu, bu isteğin karşılanabilir olduğunun MİT tarafından beyan edilmesi sonrasında, şöyle bir proje geliştirildiğinin bilgisi konuşulur oldu.

Okul kapatmak nerede ise Türk Milli Eğitiminin şu anda sahibi olduğu kurallara göre imkansızdı. Hem ne diye okul kapatılacaktı? Türkiye Liberalizmi esas alan bir demokrasiydi. İsteyen istediği yerde okul açabilirdi. Ancak okullar o kadar yaygın değildi ve herkes çocuğunu yıllarca para ödeyerek özel okula gönderme imkanından yoksundu. Başka bir hal çaresi bulunabilirdi.

Lise ve Üniversite hazırlama kursları.

Ailelerin çok paralar vererek çocuklarını buralara gönderdiği, zarara maruz kaldıkları, yoksullaştıkları, hem zaten devletin okulları var iken, buralara ne gerek var gibi gerekçeler ileri sürülerek bu kursların kapatılabileceği fikri ortaya atılınca, oklar birden bire Barış Sürecini devam ettiren MİT ve onun başındaki insana yöneldi.

07.Ş ubat.2012 de MİT Müsteşarının sorguya çağrılmasını yönetim, kendisine yapılan “karşı” bir hamle olarak gördü.

Cemaat tarafı dershanelerin kapatılacağında yönetim tarafının kesin kararlı olduğunu görünce, çok dil döktüler. Bu olay sadece Türkiye ile sınırlı kalmaz. Tanzanyada, Madagaskarda, Etyopyada, Irak, Rusya, Amerika, Senegalde açılan ve sayıları dünyada 1200 ü geçen hizmet okullarının can damarının kesilmesi anlamına geldiğini, dünyanın her tarafında ödüller alan bu okulların dershanelerden gelen öğretmenlerle bu seviyelere geldiği ortada iken ve bu olay Türkiye’nin gururu haline gelmiş iken, durum görülmüyor mu? Demeye başladılar. Bu olay CİA nin, MOSSAD ın bir kumpası olmasın dediler.

Gizlense, saklı kalsa ülke için çok bir problem olmayacak dört bakanı ilgilendiren soruşturma belki cemaatin etkisi ile ve belki de onları çok çok aşan “Üllümnaticilerin” operasyonu ile aniden fahşoldu. Sonra 25 Aralık 2013 soruşturma işlerinin sekteye uğratıldığı yönünde Savcı Muammer Aktaş’ın basın açıklaması geldi.

Ardından 2500 polis memurunun görevden alınması, HSYK nın yapısının değiştirilmesi v.s v.s.

Develer yularlarından sökün etmiş gözüküyor. Nereye kadar gidecekleri ve nerede son nefeslerini vermek üzere duracakları belli değil.

İstanbul dönüşünde de Partide Bakanlık yapmış bir ağabey ile birlikte idik.

Onunla da konuştuk. O da benim gibi çok üzüntülü idi.

Böyle bir şans Müslümanların eline bir daha zor geçer diyordu.

Cuma namazı çıkışında Bakan beye yaklaşan bir vatandaşın “benim aklım bu tür işlere çok fazla çalışmaz, gelişmeler hiç de yakışık almadı” demiş.