DAVUL İLE TOKMAK MESELESİ!? (III)

Sevgili okurlar...

Denir ya, yaşanan hal-i duruma karşılık, insan söze nereden başlayacağını kestiremez halde...

Vahim bir belirsizlik var..

Ki gün geçtikçe ülkenin ve milletin “yaşadığı travmatik” hadiselerin, nedenleri ve ne içinleri de bir bir kendini ele veriyor...

Aslında, her şey ulu orta cereyan ediyor..

Görüyoruz, duyuyoruz, okuyoruz...

Amma velâkin bir akıl tutulması içerisinde olmamız nedeniyle, geçmişi sorgulamadan, yarına da odaklanmadığımız için; “mevcut durumdan” ders-i ibret almıyoruz...

Ya da çıkarmama gibi bir gafletin ve dalaletin girdabında, debelenip duruyoruz!...

***

Dün de ifade ettim mevcut hal, hiç de iç acıcı değil..

Sürekli acı verici..

İnsan yazılı ve görsel medyaya “bakmaktan” korkar hale geldi..

Korkunç, tüyleri diken diken eden, haller söz konusu!...

Der demez insan soruyor, “bu necip milletin” hal-i pür melali ne ara böylesi, “çürümüşlüğün” cenderesinde, inim inim inletilmektedir...

Cevap var..

Ama denir ya, “hangisinden” başlasak ki!...

Al birini vur ötekine!...

***

Evet, tablo hazin...

Kısa süre önce buradan bir kez daha dile getirmiştim..

Üstat  Bediüzzaman Hazretleri’nin “Münazarat” isimli kitabından bazı alıntılarla, günümüzdeki yaşananları, kıyaslamıştım..

Dün ne idik, bugün ne haldeyiz!...

112 yıl önce, kaleme aldığı bir anısını aktarıyor...

Malum, Osmanlı döneminde, yaşadığımız bu coğrafyaya.. Yani, Güneydoğu Anadolu Bölgesine, “Şarki Kürdistan” denilirdi...

İşte üstat o tarihte, Kürt aşiretleriyle yaptığı sohbeti, yani mülakatı neşrettiği “Münazarat” kitabında şöyle aktarıyor..

***

 “Zi’bi müteğannim (kendini koyuna benzeten kurt) sabi-i müteşeyyih (şeyhlik ve mürşitlik) kisvesine bürünmüş çocuk ruhlu insanlar...”

***

Pür dikkat buraya bakar mısınız?

Yüz yıl önce ön görüyor, milletin bugünkü hale düşeceğini...

Tespitleri, yerli yerinde...

Denir ya, tarih konuşur..

Her şey ulu orta yerde kendini deşifre ediyor..

Ki kimse de inkâr edemez!

Mevcut durumu irdeleyip, siyasi alana baktığınızda ve bugünkü mevcut müesses nizam dediğimiz sistem ve bu sistemle yönetilen toplumun, günlük hayat akışları içerisinde olup bitenler, dehşet verici...

Tüyler ürpertiyor..

İnsani ve vicdani yönde, insanoğlu sarsıntı geçiriyor..

Milletle dürüst olmayan bir sistem veya bir siyaset meydanında rol alan insanlar; ne kadar “Salih amele” sahip olabilirler ki?.

Ne yazık ki bir türlü bu millete bugüne kadar bir güvence verememişlerdir.

Kendilerini de millete inandıramamışlardır.

Ama “Dostlar alışverişte görsün” misaliyle yola çıkarsak başka çaresi de yok.

Ve biz bunları seçiyoruz!?.

Dile kolay “seçim kararı” alınıyor...

Seçimin masrafları, devletin bütçesinden..

Yani milletin cebinden çıkıyor...

Seçilen insanlar her kim olursa olsun...

İster muhafazakâr olsun, ister sosyalist olsun…

Bir müddet sonra anlaşılıyor ki o insan, üstlendiği “milli iradenin” vekaletini, yerli yerinde kullanmadığı gibi, sadra şifa da vermiyor..

Boş teneke misali!

Ne güven tesis ediyorlar..

Ne de güven sağlama adına, bir mücadele sergiledikleri yok!?.

Çünkü bunlardaki dava anlayışı “köprüyü geçene kadar”..

Sonrası, millete zerre kadar acıma yok...

Halk deyimiyle, “boynu kopsun” misali..

Sömür de sömür...

İster TBMM mensubu olsun.

İster iktidar mensubu olsun.

İster muhalefet mensubu olsun.

Sağlam gören göz dürbünüyle her şeyi görmesi lazım ve yetkilileri uyarması lazım iken, maalesef!.

Üç maymunu oynuyorlar..

Görmedim, duymadım, bilmiyorum..

Toplum arasında oluşan kötülükleri söküp atmak için önlem alınmıyor..

Yasalar çıkarılmıyor..

İnsan temel hak ve özgürlüğü laf-ı güzaftan ibaret..

Çünkü gerçek manada yasalar çerçevesinde hukukun üstünlüğü anlayışı, işlem görmüyor...

Velhasıl...

Maddecilikten başka hiçbir şey düşünmüyor, icra edilmiyor..

Varsa yoksa, maddiyat..

Maneviyatı ne aklına getiren var, ne de bu yolda, kendine rehber edinen var?..

Her şey, maddeperestlik üzerine kurgulu..

Ruhunu, gözünü ve vücudunu, “maddeye” odaklandıran siyasetten ve siyasetçiden bir şey beklenemez.

Çünkü onun kalbi, ruhu, vicdanı sadece maddeyi görüyor...

Maddeyle yatıyor, maddeyle kalkıyor...

Maneviyattan, fersah fersah uzaktır.

Böyle olunca millet manasız kalıyor.

Bu millet bir asra yakındır, devşirme bir politikayla karşı karşıya bırakılmıştır..

El mahkûmiyeti, yaşıyor...

Ne yazık ki kendine gerçekten bir kurtuluş çaresi arama imkânına sahip olmuyor.

Zira kandırılmıştır.

Siyasetin parlak, makyajlı cümleleri milleti sürekli uyuşturmaktadır...

Şu halde ne yapabilecek ki?

***

Bakınız, çağın allamesi Bediüzzaman Hazretleri bu minvalde “Muhakemat-ı Akliye” isimli eserinin 425. sayfasında aynen şöyle diyor;

Maddiyata dalan bir siyaset veyahut bir yönetici veyahut bir lider durumundaki bir köy ağası bile olsa gözü sadece maddeye bağlı kaldığı için mana geri planda kalır.

Toplumun başına o zaman manevi kıyametler kopar.

Böylesine bir siyaset hiçbir zaman topluma beladan, cehaletten, kötülükten başka bir şey kazandıramaz.

Maddeye dalmış, akıl, vicdan, fikir ne yazık ki maneviyattan hiçbir hüccet hiçbir delil bulamazsınız.

Toplumun da onlardan bir şey beklemesi gerçekten akla ziyan.

Mesela; okumuş bir mühendisin kendi mesleği ya inşaatçılıktır, ya makinedir, ya elektriktir vs. vs.

Şimdi adamın biri hastalanıyor.

Gitmesi gereken yer neresi, doktor...

Ama o tıp doktoruna gitmiyor..

Kime gidiyor, mühendise gidiyor “beni tedavi et” diyor...

Vaziyet bu iken...

O hastaya, söylenecek söz ne olur?...

Demek ki o kişi, hem vücuden hastadır, hem de ruhen hastadır.

Kendi, mezarını kendi eliyle kazıyor.

O inşaatçı mühendis ne kadar bilinçli olursa olsun, mesleği olmadığı için ona herhangi bir tedavi üretemez.

Çünkü mesleği tıp değildir.

O hastanın tıp doktoruna gitmesi lazım.

Bizim siyaset dünyamız da bu minval üzere bir hal yaşıyor.

Millet, maneviyatı istiyor.

Mana istiyor.

Huzur istiyor.

İnanç ve barış istiyor.

Kardeşlik istiyor.

Benim siyasetimin gözleri ise sadece maddeye bürünmüş.

Maddeyle milleti ikna etmeye çalışıyor.

Millet de böyle inanıyorsa kendi akıbetini kendi eliyle çizmiş olur.

Maddeye dalan bir sistem, o toplumu sahil-i selamete götürmekten oldukça uzaktır.

***

Bakınız, Bediüzzaman Hazretleri yine “Münazarat” isimli kitabında, yaşanan bu hale, şöyle bir fikri beyanda bulunuyor...

“Bir sürü sahibi sürüyü gütmekten yönetmekten aciz bir çoban getiriyor, sapasağlam koyunlarını, kuzularını teslim ediyor.

Ama ruhen tembel, mesleği bilmeyen bir çobanın gözü daima uykudaysa elbette ki ne olur?

O sürüyü kurttan kurtaramaz, hırsızın elinden de alamaz.

O çoban da bir yerde bir müddet yatıyor, istirahat ediyor.

Elini kolunu sallaya sallaya çıkıyor meydanlarda poz veriyor.”

Bu itibarla millete lazım olan maddeye dalan bir insan kendi eliyle kendini kabre sokuyor.

Ama kalbin ve aklın sekeratından da kendini kurtaramaz.

Onun için Cenab-ı Allah her bir Peygamberin devrinde diyor ki;

“Sakın yeryüzünde fesat yaymayın.”

Fesat yayan insanların akıbetlerine de razı olması gerekir.

En derin saygı ve sevgilerimle.