Emirdağ Lahikası

Halbuki Allah’I bilmek, bütün kâinata ihata eden Rububiyetine ve zerrelerden yıldızlara kadar cüz’î ve küllî herşey O’nun kabza-i tasarrufunda ve kudret ve iradesiyle olduğuna kat’î îman etmek ve mülkünde hiçbir şeriki olmadığına ve Lailaheillallah kelime-i kudsiyesine, hakikatlarına îman etmek, kalben tasdik etmekle olur. Yoksa, ‘’Bir Allah var’’ deyip, bütün mülkünü esbaba ve tabiata taksim etmek ve onlara isnad etmek, hâşâ hadsiz şerikleri hükmünde esbabı merci tanımak ve herşeyin yanında hâzır, irade ve ilmini bilmemek ve şiddetli emirlerini tanımamak ve sıfatlarını ve gönderdiği elçilerini, peygamberlerini bilmemek, elbette hiçbir cihette Allah’a îman hakikatı onda yoktur. Belki küfr-ü mutlaktaki mânevî cehennemin dünyevî tazibinden kendini bir derece teselliye almak için o sözleri söyler.

Evet, inkâr etmemek başkadır, îman etmek bütün bütün başkadır.

Evet, kâinatta hiçbir zîşuur, kâinatın bütün eczası kadar şahidleri bulunan Hâlık-ı Zülcelâl’i inkâr edemez... Etse, bütün kâinat onu tekzib edeceği için susar, lâkayd kalır.

Fakat O’na îman etmek Kur’ân-ı Azîmüşşan’ın ders verdiği gibi, O Hâlikı, sıfatları ile, isimleri ile umum kâinatın şehadetine istinaden kalben tasdik etmek; ve elçileriyle gönderdiği emirleri tanımak, ve günah ve emre muhalefet ettiği vakit, kalben tevbe ve nedamet etmek iledir.

Yoksa, büyük günahları serbest işleyip istiğfar etmemek ve aldırmamak, o îmandan hissesi olmadığına delildir. Her ne ise... Evlâtlarım, ehemmiyetli bir hadise size bu uzun mes’eleyi kısaca beyan etmeye sebep oldu. Şimdilik sizlere Risale-i Nur’un ehemmiyetli şâkirdleri nazarıyla bakıyorum. Mustafa Oruç, çok tali’lidir ki, kendi sisteminde ve ruhunda ve ciddiyetinde, az bir zamanda sizleri buldu. Bir iken on Mustafa oldu.

Said Nursî

Aziz Muhterem Kardeşim!

Evvelâ zâtınızın bir risale kadar câmi’ ve uzun ve müdakkikane hararetli mektubunuzu kemâl-i merakla okudum. Peşin olarak size bunu beyan ediyorum ki: Risale-i Nur’un üstadı ve Risale-i Nur’a Celcelutiye Kasidesi’nde rumuzlu işarâtiyle pek çok alâkadarlık gösteren ve benim hakaik-ı îmaniyede hususî üstadım, İmam-ı Ali’dir (R.A.) Ve âyetinin nassiyle, Âl-i Beytin muhabbeti, Risale-i Nurda ve mesleğimizde bir esasdır ve Vehhâbîlik damarı, hiçbir cihette Nurun hakikî şâkirdlerinde olmamak lâzım geliyor. Fakat, mâdem bu zamanda zındıka ve ehl-i dalâlet ihtilafdan istifade edip, ehl-i îmanı şaşırtıp ve şeâiri bozarak Kur’ân ve îman aleyhinde kuvvetli cereyanları var; elbette bu müdhiş düşmana karşı cüz’i teferruata dair medâr-ı ihtilaf münakaşaların kapısını açmamak gerektir.

Hem, ölmüş insanları zemmetmek, hiç lüzumu yok. Onlar, dâr-ı âhirete, mahall-i cezaya gitmişler. Lüzumsuz, zararlı, onların kusurlarını beyan etmek, emrolunan muhabbet-i Âl-i Beytin muktezası değildir ve lâzım da değildir.. diye Ehl-i Sünnet Celvemâat, sahabeler zamanındaki fitnelerden bahis açmayı menetmişler. Çünki Vâkıa-i Cemelde Aşere-i Mübeşşereden Zübeyr ve Talha ve Âişe-i Sıddîka (R.A.) bulunmasiyle Ehl-i Sünnet Velcemaat, o harbi, içtihad neticesi deyip: ‘’Hazret-i Ali (R.A.) haklı öteki taraf haksız; fakat içtihad neticesi olduğu cihetle affedilir.’’

Hem Vehhâbîlik damarı, hem müfrit Râfızîlerin mezhebleri İslâmiyete zarar vermesin, diye Sıffîn Harbindeki bâğîlerden de bahs açmayı zararlı görüyorlar.

Haccac-ı Zâlim, Yezid ve Velid gibi heriflere İlm-i Kelâmın büyük allâmesi olan Sadeddin-i Taftazanî, ‘’Yezide lânet caizdir’’ demiş; fakat ‘’Lânet vâcibdir’’ dememiş. ‘’Hayırdır ve sevabı vardır’’ dememiş. Çünkü, hem Kur’ân’ı, hem peygamberi, hem bütün sahabelerin kudsî sohbetlerini inkâr eden hadsizdir. Şimdi onlardan meydanda gezenler çoktur. Şer’an bir adam, hiç mel’unları hatıra getirmeyip lânet etmese, hiçbir zararı yok. Çünkü; zem ve lânet ise, medih ve muhabbet gibi değil; onlar, amel-i salihde dahil olamaz. Eğer zararı varsa daha fena...

Devam Edecek