Emirdağ Lahikası

Râbian: Nur kahramanlarından Re’fet kardeşimiz, kendi sisteminde gayet ehemmiyetli Abdül’ehad namında bir büyük hocayı, Risale-i Nur’a tam bağlı bir kardeşi İstanbul’da bulmuş. Cenâb-ı Hak, ikisini de daima muvaffak eylesin, âmin!

Hâmisen: Bir mikdardır hiç görmediğim bir tarzda pek şiddetli bir alâka ile, çoktan görmedikleri peder, validelerine hararetli bir iştiyak ile ellerine sarılmaları gibi, iki yaşından on yaşına kadar mâsum çocuklar, faytonla gezdiğim vakit beni görünce, aynan öyle uzaktan koşup benim ellerime sarıldıklarının ne hikmeti var diye hayret ediyordum. birden ihtar edildi ki:

Bu küçücük mâsumlar taifesi, bir hiss-i kablelvuku’ ile ileride Risale-i Nur ile saadeti bulacaklarını ve tehlike-i mânevîden kurtulacaklarını, belki de içinde çokları şâkird olacaklarını ve buranın maddî-mânevî havasına imtizaç edemediğim için menfîlere verilen serbestiyet münasebetiyle buradan gitmemekliğim için lâkayd olan büyüklerin bedeline, ‘’Bizler nur dairesindeyiz, bizi bırakma, gitme’’ gibi bir mânâ var, hissettim.

Kardeşlerim, “Hû” lafzında, mütâlaasıyla âni bir surette görünen bir zarif nükte-i tevhidde, meslek-i îmaniyenin hadsiz derece kolay ve vücub derecesinde suhuletli bulunmasını; ve şirk ve dalâletin mesleğinde hadsiz derecede müşkülâtlı, mümteni’ binler muhal bulunduğunu müşahede ettim. Gayet kısa bir işaretle, o geniş ve uzun nükteyi beyan edeceğim.

Evet; nasılki bir avuç toprak, yüzer çiçeklere nöbetle saksılık eden kabında, eğer tabiata, esbaba havale edilse, lazımgelir ki: Ya o kabda küçük mikyasta yüzer, belki çiçekler adedince mânevi makineler, fabrikalar bulunsun veyahut o parçacık topraktaki her bir zerre, bütün o ayrı ayrı çiçekleri, muhtelif hâsiyetleriyle ve hayattar cihazatiyle yapmalarını bilsin. Âdeta bir ilâh gibi hadsiz ilmi ve nihayetsiz iktidarı bulunsun.

Aynen öyle de: Emir ve iradenin bir arşı olan havanın, rüzgarın her bir parçası ve bir nefes ve tırnak kadar olan “Hû” lafzındaki havada, küçücük mikyasta bütün dünyada mevcut telefonların, telgrafların, radyoların ve hadsiz ve muhtelif konuşmaların merkezleri, santralları, âhize ve nâkileleri bulunsun ve o hadsiz işleri beraber ve bir anda yapabilsin. Veyahut o “Hû” daki havanın, belki unsur-u havanın her bir parçasının her bir zerresi, bütün telefoncular ve ayrı ayrı umum telgrafçılar ve radyo ile konuşanlar kadar mânevi şahsiyetleri ve kabiliyetleri bulunsun ve onların umum dillerini bilsin ve aynı zamanda başka zerrelere de bildirsin, neşretsin. Çünkü, bilfiil o vaziyet kısmen görünüyor ve havanın bütün eczasında o kabiliyet var. İşte ehl-i küfrün ve tabiiyyun ve maddiyyunların mesleklerinde değil bir muhal, belki zerreler adedince muhaller ve imtinâlar ve müşkilâtlar âşikâre görünüyor.

Eğer Sân-i-i Zülcelâle verilse, hava bütün zerratiyle onun emirber neferi olur. Birtek zerrenin, muntazam birtek vazifesi kadar kolayca hadsiz küllî vazifelerini Hâlıkının izniyle ve kuvvetiyle ve Hâlıka intisab ve istinad ile ve sâniinin cilve-i kudreti ile bir anda, şimşek sür’atinde ve “Hû” telâffuzu ve havanın temevvücü suhûletinde yapılır. Yani, kalem-i kudretin hadsiz ve hârika ve muntazam yazılarına bir sahife olur. Ve zerreleri o kalemin uçları ve zerrelerin vazifeleri dahi, kalem-i kaderin noktaları bulunur. Birtek zerrenin hareketi derecesinde kolay çalışır. İşte, bendeki hareket-i fikriye ile seyahatimde, hava âlemini temâşa ve o unsurun sahifesini mütalaa ederken, bu mücmel hakikatı tam vâzıh ve mufassal aynelyakîn müşahede ettim ve “Hû”nun lâfzında, havasında böyle parlak bir bürhan ve bir lem’a-yı Vâhidiyet bulunduğu gibi, mânâsında ve işaretinde gayet nuranî bir cilve-i Ehadiyet ve çok kuvvetli bir hüccet-i Tevhid ve “Hû” zamirinin mutlak ve müphem işareti, hangi zâta bakıyor?” işaretine bir karine-i taayyün o hüccette bulunması içindir ki, hem Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan, hem ehl-i zikir; makam-ı tevhidde bu kudsî kelimeyi çok tekrar ederler, diye ilmelyakîn ile bildim.

Devam Edecek