Emirdağ Lahikası
İşte kardeşlerim: Hakikaten bugün, Siracunnur’un başındaki Münâcât’ı tashih niyeti ile okudum. Kuvve-i hâfızam tam söndüğü için, birden o münâcâtın hakikatlerine karşı -güya seksen yaşında iken yeni dünyaya gelmişim gibi- birden ülfet ve âdetleri bilmiyor gibi, o malûm âdetler perde olamadı. Kemâl-i şevk ile tam istifade edip okudum. Pek hârika gördüm. Ve anladım ki: Gizli düşmanlarımız bir kısım resmî memurları aldatıp, Siracunnur’un âhirini bahane ederek müsaderesine; yâni başındaki Münâcât’ın intişar etmemesine çalıştıklarına kanaatim geldi. Rehberdeki Hüve Nüktesi gibi bu Münâcât da, Siracunnur’a dinsizler tarafından hücumunun bir sebebidir.
Sâlisen: Size bütün ruh u canımızla müjde veriyoruz ki; Nurculardaki tam ihlâs ve hakikî sadakat ve sarsılmaz tesanüd vesilesiyle başımıza gelen bütün musibetler hizmet-i îmaniyemiz noktasında büyük nimetlere çevrilmiş ve perde altında hatır ve hayale gelmeyen Nurun fütuhatları oluyor...
Meselâ, Isparta’dan buraya yani İstanbul’a mahkemeye gelmekliğim için yüz banknot, otomobile mecburiyetle verildi. Sizi temin ediyorum ki; yalnız bu mes’elede ve yalnız Rehbere ait ve yalnız benim şahsıma ait meydana gelen ve gelmeğe başlayan netice-i hizmete iki bin banknot verseydim yine ucuz sayacaktım. Umuma ait neticeleri de buna kıyas edilsin...
Duanıza muhtaç hasta kardeşiniz
Said Nursî
Nur Âleminin Bir Anahtarının Bir Hâşiyesi
Bu Nur anahtarının radyo bahsine dair, iki üniversiteli ile, bir gün hareket etmekte olan, hiçbir telle bağlı bulunmayan bir otomobilde bulunan radyo ile, uzakta bir mevlid-i şerif dinliyorduk. O iki Nurcu üniversitelilere dedim:
Nur’da dahi; hayat, vücud gibi doğrudan doğruya kudret-i İlâhiyenin perdesiz tecellisi bedâhetle göründüğüne bir delil budur ki: Şimdi bu makinecikteki tırnak kadar bir hava, mânevî az bir nur, yalnız bu mevlidden gelen kelimeleri dinler, söyler değil, belki binler, milyonlar kelimeleri aynı anda dinler, söyler ki, binler istasyondaki ayrı ayrı kelimeleri şimdiki işittiğimiz kelimeler gibi işitir ve işittirebilir, bize söyleyebilir. Demek en cüz’î, en küllî olur.
Hem o küçücük, parçacık hava, küre-i hava kadar vazife görür. En küçük, en büyük küre-i hava kadar büyür.
Eğer cilve-i Kudret-i Ezeliyeye verilmezse; öyle acib bir hurafeli tezat olur ki; hiçbir hayale gelmez. Bir şey zıddına inkılâbı muhal olduğundan; böyle binler derece en cüz’î, zıddı olan en küllî olmak.. en küçük, en büyük olmak.. en câmid, câhil, şuursuz, âciz; en muktedir, en dirâyetli ve iradetli ve şuurlu olmak lâzım gelir ki; yüzer tezad ve muhaller ve hurafetler içinde, emsali bulunmaz bir hurafedir. Demek bilbedâhe Kudret-i Ezeliyenin bir cilvesidir. Ve o cilveyi küre-i havada umumen temsil eden bu gelen hadîs-i şerifin meâli gösteriyor. Şöyle ki:
“Bir melâike var. Kırkbin başı var. Her başında, kırkbin dil var. Her bir dilde, kırkbin tesbihat yapıyor. Altmışdört trilyon tesbihat aynı anda söylüyor.” Demek küre-i hava, bu melâike gibidir. Yâni; bu melâikenin tesbihatı adedince her kelime-i tayyibe, hava sahifesinde yazılıyor.
Devam edecek