“Yaşasın Halife-i Peygamberi”

Hafta sonu İstanbul 36. Türkiye Kitap ve Kültür Fuarı’nda stantları geziyordum.  Birden Fuar kapsamında Osmanlı araştırmaları uzmanı olan Prof. Dr. Ahmet Akgündüz’ün “Bediüzzaman ve ll. Abdülhamit” adlı bir söyleşi yapacağı anons edildi.  Bu iki şahsiyetin bazılarınca ısrarla karşı karşıya getirilmeye çalışıldığını biliyordum. Konunun iç yüzünü, Akgündüz gibi bir araştırmacının, coşkulu ve heyecanlı ifadeleriyle belgeler ışığında dinlemenin cazibesi beni ister istemez Beyazıt Devlet Kütüphanesi’ne doğru götürdü.

Gerçekten Bediüzzaman ve Abdülhamid karşı karşıya gelmişler miydi? Gelmişler ise, bunun boyutu ve çerçevesi neydi? Değilse, Bediüzzaman gibi “müspet Hareket’i” kendisine rehber edinen bir maneviyat büyüğü ile “Halife-i Peygamberi” ile tanımlanan bir devlet büyüğü neden ısrarla karşı karşıya getirilmeye çalışılıyordu? Bunlardan ne isteniyordu?

Bu soruların cevabını öğrenmek, sadece bu iki şahsiyeti anlamak anlamına gelmiyordu.  Aynı zamanda günümüzde Sayın Erdoğan’a yapılan eleştiriler ve onunla müspet hareketi kendilerine rehber edinen grupların arasını açmaya yönelik iç ve dış kaynaklı kampanya ve darbelerin de nedenini anlamamıza yardım edecekti.

Bu duygu ve beklentilerle Beyazıt Devlet Kütüphanesi’nin kapısından içeri girdim.

Akgündüz, Bediüzzaman’ın belli noktalarda Abdülhamid’i eleştirse de onun aleyhindeki “iftira kampanyalarına” asla katılmadığını belgelerle anlattı.  Gerçeğin bunun tam tersi olduğunu vurguladı. Bu iddiasını da,  Bedizüzzaman’ın Meşrutiyetin ilanından evvel söylediği bir nutukta, Abdülhamid’i “Yaşasın yaraları tedavi etmek fikrinde olan halife-i peygamber” diye tanımladığı cümlesiyle de ispatlamış oldu. 

Bediüzzaman, burada Abdülhamid’i hem bir maneviyat büyüğü olarak görüyor, hem de onun Osmanlı’nın son dönemlerinde başını ağrıtan birçok sosyal ve siyasal soruna çözmeye çalışan ileri görüşlü bir devlet adamı sıfatıyla tanımlıyordu. Bunu anladıktan sonra, aslında iftira veya yanlış anlamalar üzerine konuşacak bir şey de kalmamıştı.

Peki, gerçek bu kadar aşikâr iken,  Bediüzzaman ve Sultan Abdülhamid neden birçok kesim tarafından ısrarla karşı karşıya getirilmeye çalışıldı? İşte bunun anlaşılması belki de konferanstan çıkarılacak en hayati derslerden biriydi.

Bu eleştiriyi yapanların bazıları,  meşrep ve meslek farklılıkları nedeniyle “meseleyi anlamadan ve belgelere dayanmadan” konuşanlardı. Bazıları ise, “Akif ve Bediüzzaman gibi İslam âlimlerinin meşru dairedeki hürriyet ve meşrutiyeti istemeleri ile Abdülhamid düşmanlığını birbirine karıştırmışlardı”  Diğer bir kesim ise, “Cumhuriyet döneminde maneviyat erlerine” yönelik yapılan kasti karalama kampanyalarını yürütenlerdi.

Peki,  Batı Abdülhamid ve Erdoğan’ı neden hedef haline getirdi?

Bu çerçevedeki eleştiriler her ne kadar iç kaynaklı gözükse de gerçek öyle değildir. İşin en ilginç tarafı, Sultan Abdülhamid’e yönelik kullanılan “kızıl sultan” gibi yaftalar ve “yıldız mahkemesi olayındaki sorumluluğu” ve onun zamanın “devr-i istibdat” olduğu şeklindeki suçlamaların tümünün çıkış yerinin Avrupa olmasıdır. Bugün de Erdoğan’a yönelik  “otoriter, başına buyruk, eli kanlı” gibi eleştirilerin menşei Batı değil midir?

Bu haliyle, Avrupa, Abdülhamid’i ve Erdoğan’ı devirmek için yürüttüğü kampanyaları, Osmanlı tarihi boyunca hiçbir devlet adamına yönelik yapmamıştır. Çünkü Abdülhamid, Osmanlı’nın en zayıf ve sıkıntılı döneminde padişahlık yapmasına rağmen hiçbir zaman Batı’ya biat etmedi. Tıpkı bugün Erdoğan’ın batıya biat etmediği ve boyun eğmediği gibi. Bunun için Batı’daki en uç sağcı olarak bilinen politikacılardan tutun da en sol uçtaki sol politikacılara kadar politikacıların neredeyse tümü Erdoğan karşıtı bir söylem içindedirler.

Çünkü: Batı, dik duran ve direnenleri değil,  kendisine Arap Ülkeleri liderleri gibi biat eden, boyun eğenleri seviyor. Bakın Katar’a bir hafta önce kendisine “terörist” diyen Amerika’ya 12 Milyar dolar vererek,  adeta “aman” diledi ve Trump’ın şantajına boyun eğdi. Bunun için Batı Erdoğan’ı değil de, onları seviyor, Sisi’yi seviyor, Suudi Kralını seviyor. Bunlar Erdoğan’dan daha mı demokratik? Hayır, daha demokratik değil,  yalaka. Bunu ben demiyorum, 2008-2010 arasında ABD’nin Ankara Büyükelçisi olarak görev yapan James Jeffrey’i diyor:

“Erdoğan Washington’da sevilmiyor. Erdoğan Avrupa’da da sevilmiyor. Otoriter görülüyor(…). Batı daha önce Erdoğan’dan daha otoriter olan çok liderle muhatap oldu, olmaya da devam ediyor. Ama fark şu; Suudlar, Mısırlılar – lisanımı maruz görün – her koşulda bize yaltaklanıyor. F-16’ları, müttefiklik ilişkilerini falan düşünerek bizimle aynı değerleri paylaşıyormuş gibi yapıyorlar. Erdoğan ise bizimle çatışıyor, çelişkilerimizi yüzümüze vuruyor, dostumuz olmaya çalışmıyor. Ondan daha otoriter liderler ise dostumuzmuş gibi poz yapmakta beis görmüyor. Çok yakın zamana kadar Putin bile böyle davranıyordu. Erdoğan Washington’da bu yüzden sevilmiyor. Biliyorum hiç adil bir durum değil.

Burası sözün bittiği yerdir.

Osmanlı arşivlerini tek tek incelemesiyle bilinen Prof. Dr. Akgündüz’ün bakış açısıyla milli ve manevi dünyamızda derin izler bırakan Bediüzzaman’ı, Abdülhamid’i ve Abdülhamid ile Erdoğan’ın benzerlikleri ve farklılıklarını dinlemek doğrusu hem çok keyifli hem de belgeler ışığında, gerçeği öğrenme, dünden yola çıkarak günümüzü anlama adına son derece doyurucuydu.