BİR TOPLUMUN BAŞINA NE GELDİĞİNİ BİLEMEMESİ BÜYÜK FELAKET!? (II)

Sevgili okurlar.

Şöyle, cumhuriyetin kuruluşundan on, on beş yıl öncesine gidelim...

Yani, II. Meşrutiyetin kuruluşundan bir yıl sonrası...

1909 yılında Selanik’ten hareket eden harekât ordusunun bünyesinde 31 Mart Hadisesini oluşturan İttihat Terakki Cemiyetinin büyük çaplı mason üyeleri vardı.. O üyeler tarafından Sultan Abdülhamid tahttan indirilerek, Selanik’e sürgün edildi!.

Ki Sultan Abdülhamid 1918’de de vefat etti.

Devlet-i Âliye-yi Osmaniye, dıştan beslenen üç beş tane vurguncu masonik kafalar, uyduruk fitne unsurları vasıtasıyla Sultan Abdülhamid’i tahttan indirdi.

Ve devlet açık ve net olarak batı emperyalizminin hegemonyasına girdi.

Hedef; Osmanlı devletinin nerdeyse bin yıllık tarihini,İslam hizmetinde geçiren cihanşümul bir devletiyok edebilmekti...

Nitekim, 1922’de, dünkü yazımızda da belirttiğimiz gibi saltanat kaldırıldı, 1924’te Hilafet-i İslamiye ilga edildi...

1928’de ise anayasada yer alan “Devletin dini, din-i İslam’dır” ibaresi kaldırıldı ve dinsiz bir devlet haline getirildi; Türkiye!...

Ve nihayetinde “laiklik”devreye sokuldu...

Yani seküler bir devlet oluşumu yol almaya başladı!.

Büyük bir çelişki tabii ki…

Bin yıllık kültüre sahip bir millet, kaşla göz arasında cumhursuz bir cumhuriyetin kuruluşuyla, dinsizleştirilmeye çalışıldı.

Kur’an saf dışı bırakıldı...
 

Milli eğitim sistemi tamamıyla seküler bir sistem üzerine kuruldu..Eğitim ve öğretim müfredatından; Allah mefhumu kaldırıldı.

Ve yetişen nesil tamamıyla Kemalizm, sekülerizm, laikçi, dinden yozlaştırılmış bir kitle haline getirildi...

Böylece de Türk milletini Osmanlıdan koparıp adeta yeni bir tarihle tanıştırıldı.

Öyle bir tarih ki sanki 1923’ten önce hiçbir tarihi yokmuş, Türkiye ulusu yokmuş gibi yeni yeni meydana gelmiş gibi, böylesine yalan ve iftiralarla dolu bir dikta, bir jakobenlik hali yaşandı.

Hiç kuşkusuz ki, İttihat Terakki Cemiyetinin bir siyasi ayağı olup ve o hain şebekelerin gölgesinde devlet yönlendirilmeye çalışıldı.

Türkiye, Kur’ansız bir devlet, şeriatsız bir millet, İslamsız bir ülke haline getirildi.

Yeni gelen, oluşan partiler her ne kadar milletin oylarını alabilmek için kendilerini renkten renge sokup “Türkiye’ye karşı yapılan mezalimi ortadan kaldıracağız, İslam kültürüyle halkımızı tanıştıracağız, böyle bir devlet mefhumu gerçekleşecek, toplum yeniden tarihine, kültürüne, benliğine dönecek sözünü veriyoruz” deyip durdular!!.

Ama heyhat!

Kim ne yaptıysa, başta Demokrat Parti olmak üzere hem kendisini hem de milletini hayal kırıklığına uğrattı.

Zira karşılarında İsmet İnönü vardı.

O da İttihat Terakki Cemiyetinin ordusunda elbette ki bir subaydı.

Ama aynı mefhumu idame ettirmek üzere devletin başına geçmiş, Mustafa Kemal Atatürk’ün ölümünden sonra Türkiye’yi daha da çok büyük ceberut zorbalıklarla karşı karşıya bıraktı.

Herkes artık uyandıysa da hiçbir şey yapamadı.

Memleketin can damarı durumunda olan, milli mücadelede halkı cihada davet edip, ihtilal güçlerini ülkeden kovduran ulemalarla mücadele edildi...

İşte o ulemalar, her şeyden evvel yok edildiler..

Karşımıza yeni bir Türkiye ve devletin birçok önemli kurum ve kuruluşları bünyesinde yetişen yeni bürokrat, sözde aydın geçinen insanlar çıkarıldı...

Ki bunların, yüzde yüzü demeyelim de nerdeyse yüzde 70’i dinsizlikle, solculukla, liberal demokrasiyle, daha doğrusu tek kelimeyle dinden sıyrılmış dinsiz bir güruh idiler...

Kur’an’a şuursuzca, fütursuzca, saldırdılar, hükümlerini tamamıyla yozlaştırdılar, Kur’an-a haşa çağ dışı dediler, çöl kanunu dediler, hikâye deyip durdular...

Her ne ise…

Bu milleti 7’den 70’e kadar İslam’dan uzaklaştıran yoz beyinli pislik baykuşların sözleri ne yazık ki hala da Türkiye’de; yükseliyor, varlık gösterebilmeye çalışıyorlar...

CHP, dışa bağlı olan bir parti... Hatta İttihat Terakki’nin bir uzantısı olmasıyla beraber, onun gölgesinde milletin meclisinde sert naralar atıyor.

Gelen giden muhafazakâr hükümetleri, özellikle AK Parti hükümetine iftiralarla çok büyük suçlamalar getiriyor.

Hele hele Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’a apayrı büyük yalan, iftira, insanın şahsiyetine yakışmayan kişisel bir ahlaksızlıkla saldırıyorlar...

Cumhurbaşkanının şahsiyet-i maneviyesine gölge düşürmeye çalışıyorlar.

Bunu da gâh Atatürkçülükle, gâh Sünnicilikle, gâh laikçilikle, aklınıza ne gelirse alçakça bu argümanları kullanarak, büyük tahribatlarda bulunuyorlar...

Bakınız geçen hafta, Cuma hutbesini irad eden Diyanet İşleri Başkanımız muhterem Prof. Dr. Ali Erbaş beyefendi “Lût kavminin ahlaksızca yapmış olduğu livata fiilinin pisliğini” dile getirip insanların bunlardan uzak durmalarını istemişti.

“İçki, zina, lezbiyenlik gibi ne kadar rezil ahlaksızlıklar varsa, bunların tümü mevcut korona virüsünün temel etkenleridir ve daha çok çeşitli hastalıkların gelmesine neden olabilir” şeklindeki sözlerine tahammül edemeyen sözüm ona hukuk temsilcileri, kara cübbeli, kırmızı yakalı bazı hukukçular (!) çıkmışlar Ali Erbaş Hocanın hakkında soruşturma açılmasını istiyorlar...

Ama heyhat!

Sayın Cumhurbaşkanımız tümüyle bunlara karşı çıkmış ve Sayın Erbaş’ın yalnız olmadığını, hükümetçe, devletçe onun yanında olduklarını tüm kamuoyuna açıklamıştır.

Keza tüm Türkiye…

Nitekim aynı Cumhurbaşkanı iki üç sene önce “Uluslararası Kur’an-ı Kerim’i Güzel okuma yarışması” finaline katılmış ve aynen şu ifadeleri kullanmıştı;

“Bir Müslüman olarak vazifemiz günlük hayatın içinde her an kararan ruhlarımızı Kur’an-ı Kerim tilavetiyle tedavi etmektir.”

Erdoğan, yaptığı konuşmada böylesine anlamlı bir program vesilesiyle bir arada olmanın mutluluğunu yaşadıklarını belirterek, bu yıl beşincisi düzenlenen bu yarışmanın giderek çok daha güçlü bir şekilde devam edeceğine inandığını söylemişti.

Sonuç itibariyle başlık olarak aynen şöyle diyordu;

“Kur’anla rabıtamızı her daim güçlü tutmalıyız, asırlardır Müslümanların bir taraftan Kur’an-ı Kerim’i anlamanın kavramanın hayatlarına tatbik etmenin diğer taraftan da bunu en güzel şekilde okumanın gayreti içinde olduklarını aktaran Cumhurbaşkanı Erdoğan; “Bize düşen bitmez tükenmez bir ilim, bitmez tükenmez bir saadet kaynağı olan Kur’anla rabıtamızı her daim güçlü tutmaktır, bundan başka kurtuluş çaremiz yoktur.”

 

* * *

Bu itibarla Akif’in dediği gibi;

“Arkadaş! Yurduma alçakları uğratma sakın;

Siper et gövdeni, dursun bu hayâsızca akın.

Doğacaktır sana va’dettiği günler Hakk’ın...

Kim bilir, belki yarın, belki yarından da yakın.

 

Bastığın yerleri “Toprak!” diyerek geçme, tanı!

Düşün altındaki binlerce kefensiz yatanı.

Sen şehîd oğlusun, incitme, yazıktır, atanı:

Verme dünyâları alsan da, bu cennet vatanı.”

* * *

Bakınız, sevgili dostlar.

Akif, ta yüz yıl önceki kaleme aldığı Safahat isimli kitabında İstiklal Marşında bunları yazıyor.

Küfür sistemlerinin küfürbazları tarafından İslam’ı tanımayacak ve İslam’a düşmanlık besleyecek olanları da kendi yurdumuza sokmamalıyız ve devletin bünyesine bunları kesinlikle yerleştirmemeliyiz, söz sahibi etmemeliyiz.

Bu da milletle iktidarın el ele verip, yumruklarını sıkarak, haykırarak yeni bir dirilişiyle gerçekleştirilmelidir.

Aksi takdirde bu memleket, gerçekten 1908 ve 1909’larda 1915’lerde, 1918’lerde, 1920’lerde, 27 Mayıs, 27 Nisan ve 28 Şubat’ta ve en son 15 Temmuz 2016’da başına ne gelmişse daha kötüsü beklenebilir.

Teyakkuzda olalım, aklımızı başımıza alalım.

Maddeperestlikten daha ziyade maneviyatımızı pekiştiren yüce Kur’ana sarılalım...

En derin saygı ve sevgilerimle.