DÜŞMANDAN ACIMA HİSSİ BEKLEMEK GAFLETTİR!?

Evet, sevgili okurlar.

Bugünkü yazımız Türkiye ile NATO arasındaki dostluk bağının ne derecede samimiyet içerdiğine ilişkindir...

Samimiyet derecesi ne kadar salih!...

İşte olay çok düşündürücüdür.

Teolojik bir geçmişe dair arkamıza dönüp tarihi gerçekleri, olup bitenleri irdelersek; çok şeylere vakıf oluruz!

Yeter ki, insaf gözüyle bakalım...

Yani basar değil, görüntü alan gözle değil, kalp ve vicdan nuruyla olaylara bakarsak, hakikatler tüm çıplaklığıyla kendini deşifre eder...

Süreç, şeffaflaşır…

Dost kim, düşman kim belli olur!?

***

Değerli okurlar..

Günümüz Türkiye’sinde yaşanan ekonomiksel sıkıntıdan tutun da ahlaki çürümüşlüğe kadar ne hazindir ki toplum vahim bir şekilde; “güven” kaybı yaşıyor...

Hiçbir kesimde diyebiliriz ki güvenilirlik kalmamış...

Her şey “yalan, dolan, hile ve tezviratlar” kapsamında, kendini idame ediyor..

Toplumun “omuriliğini” oluşturan Aile mefhumu darmadağın...

Gençlik ise derbeder..

Evlilik müessesi; “saadet” değil, “husumet” üretici bir hale geldi..

Şaşaalı düğünlerle evlenen gençler, çok kısa bir süreç içerisinde birbirlerine “düşman kesiliyorlar...

Sözde aile kurmuş, sözde çoluk çocuk sahibi olunacak!.

Ama bir bakıyorsun ki gerek kadın ve gerekse erkek tarafında hiçbir şekilde, saygı, sevgi, muhabbet, kaynaşma birlikte aile ortamı oluşturma gibi bir mücadele içerisinde olunmuyor...

Zıt kutuplu mıknatıs misali; birbirlerine itici oluyorlar..

En sıradan tartışmaları, anlaşmazlıkları “boşanmayla” son buluyor..

Ya da kavga, hem de ölümcül kavgalar...

Aileyi “dinamitleyen” etken nedir?..

Bakıyorsunuz ki, olayların yüzde 80’i ekonomiksel sıkıntıdan kaynaklı meydana geliyor..

Ya kadın memuredir, erkek eş çalışmıyor ve kadından para istiyor.

Kadın ne kadar para verirse versin, yetmiyor.

Veyahut erkek eş çalışıyor.

Ama içkisine ve gece eğlencelerine para yetmiyor.

Kadın evde bekledikçe bekliyor, eşi saat üçlerde dörtlerde eve geliyor.

Ve böylece kavga başlıyor...

Birçok kavga ölümle neticeleniyor ne yazık ki.

Bunu burada bırakalım.

* * *

Ekonomiksel sıkıntı dedik ya!.

Enflasyon başını almış dolu dizgin gidiyor..

Akaryakıt fiyatları oldukça yükseklere tırmanıyor.

Dolar ve Euro zirve yapıyor.

Türk Lirasının görüntüdeki ibresi hiç yükselmiyor, hep düşük gösteriyor.

Değer kaybı hızla artıyor..

İşte kavga, kargaşa, işsizlik, terör de bundan meydana geliyor.

Tüm bunlara rağmen sistematik olarak mevcut müesses nizam Türkiye’yi “vesayet” altında tutuyor...

Milli ruh, milli irade, yerli ve milli olma sesi bir türlü, yaşanan ve yaşatılan tablo karşısında; haykırmıyor.

Halk deyimiyle “tık” yok...

Millet derbeder.

Lakin siyaset dili, ister iktidar olsun, ister muhalefet olsun; “hakikatlere” odaklanmıyor, sürekli suni (yapay) gündemler oluşturuluyor...

Milleti deyim yerindeyse morfinleştirip uyuşturma politikasıyla değişik siyasi diller kullanılıyor.

Muhalefet ve iktidar arasında büyük çapta kavga, büyük çapta küfürleşme, büyük çapta birbirine iftira atma gibi haller yaşanıyorsa da, durum havanda su dövme misali!

Peki, sonuç itibariyle çare nedir?

Bu çaresizlikler içerisinde yıllardan beri kıvranıp duran Türkiye’nin kurtuluş gerçeği neyle olabilir diye düşünmek gerekiyorsa.

Ki gerekir.

Tek kelimeyle diyoruz ki;

Basiretli bir tüccar gözüyle Türkiye’ye bakılması lazım..

İşte o zaman tüm sorunlar çözüme kavuşur..

Ama basiretsiz, rastgele bir tüccarın ticaretiyle hareket edilirse sonuç hüsrandır, zarardır ve iflastır.

Devlet idaresi de aynı bu minvalde olması, yürümesi gerekir...

***

Netice itibariyle..

Osmanlı Devletinin yıkılış halini göz önünde tutarsak, gerçek manada irdelemeye çalışırsak, pür dikkat ve merak saikasıyla olup bitenleri sorgularsak, hakikatlere vakıf oluruz..

Gittiğimiz yolun; tamir yolu değil, tahrip yolu olduğunu, yıkma/yıkılma yolu olduğunu daha net görürüz...

* * *

Bir düşünelim.

Osmanlı, nasıl yıkıldı?

İttihat Terakki Partisi, “istikrarı” bahane edip, Meşrutiyet’i öne sürerek iktidara geldi...

Ama dört yıl sonra, Osmanlıyı “bu meşruiyet” kurgusuyla, tarumar etti...

Tabiri caizse, dibine dinamit koyup, patlattı...

Ki I. Dünya Savaşıyla birlikte virane olan bir Osmanlı ortaya çıktı?...

Peki, ne oldu da böyle ipsiz sapsız, yoz bir dinsizlik mefkûresiyle yola çıkanlar, ülkenin “yönetimini” ele geçirdiler...

Ne yaptılar da memleketi, bugün dünden beter hale getirdiler?

Bunu düşünmek  lazım, sorgulaması da topluma düşüyor?

Amma velakin, cevap da bulunamıyor..

Bunlara İngiliz mi, Fransız uşakları mı diyelim..

Yoksa Osmanlıyı çökerten komite mi diyelim, çete mi diyelim?

Ne derseniz deyin!.

Orta yerde bu isimler onlara layıktır, yakışır da.

Zira bin yıllık bir devleti götürdüler.

İngilizler İstanbul’u işgal ettikten sonra tüm Memalik-i İslamiye’yi, başta Arapları ikna ederek Osmanlıyı kötüleyerek, kendi taraflarına çektiler...

Fransız ve Yahudi lobiler zaten Türkiye’de mevcuttu..

Onların uyduruk deyimiyle Ulu Hakan Sultan Abdülhamid’e “Kızıl Sultan” deniliyordu.

Böyle kirli bir ismi o büyük devlet adamına takmışlardı.

Aslında Kızıl’ın kimler olduğunu zaten görüntüler ele veriyor?

Hepsi birleşerek bunları yaptı..

Ve başardılar da.

Bugün aynı o lobi ne yazık ki devam etmektedir?

Gözleri AK Partinin yıkılışındadır.

AK Partinin tavır ve düşünceleri de oldukça yanlışlara sapıyor.

Yanlışlıkta zirvelere tırmanıyor.

AKP’li çevreler de bıyık altından gülüyor ve birbirine göz kırpıyor gibi hallere şahit oluyoruz..

Bu gidişat da memleketi felakete sürükler diye düşünmemek elde değil...

***

Sevgili okurlar..

Peki, Cumhurbaşkanı ne yapıyor?

Bir saat dahi makamında oturmuyor…

Ya da oturtulmuyor…

Tabi tüm bunlar madalyonun görünen tarafı.

Bir de görünmeyen tarafına bakarsak, ciltlerle kitap dahi yazarsak yine yetmez.

*  *  *

Bakınız, sevgili dostlar.

Yusuf Kaplan Hoca’nın dünkü köşe yazısından önem taşıyan bir konuyu sizinle paylaşalım.

Yazısına başlık olarak “Üç Türkiye kuşatması” ifadesini kullanmış.

Yusuf Hocanın tespitlerinden bir iki paragrafını köşemize taşıyarak yazımızı sonlandıralım.

Osmanlı coğrafyasında belki de Osmanlı’nın yıkılmasından sonra, Türkiye’nin kurtlarla dansı belki de asıl şimdi başlıyor...

Türkiye’nin iki asırlık kurtlarla dansının gerisinde üç büyük kuşatma girişiminin yattığını söyleyebiliriz.

İlk kuşatma, Osmanlı’nın durdurulmasıyla başarıya ulaştı.

İkinci kuşatma İsrail’in kurdurulması ve Büyük İsrail hedefine doğru adım adım bölgeye yerleştirilmesiyle hedefine ulaşmak üzere...

Üçüncü kuşatma da PKK-PYD devleti kurdurularak gerçekleştirilmeye çalışılıyor.

Önce İngilizler vardı. Önce Londra geldi bölgeye yerleşti, bölgenin teo-politik dengeleriyle oynayarak coğrafî dengelerini allak bullak etti: Bölgenin kaderini Türkiye’yi kuşatma altına alarak bölge dışı emperyalist aktörlerin belirleme sürecinin ilk tohumlarını ekmiş oldu. Vehhâbîliği icat etti. Vehhâbîlere sadece bağımsız bir devlet değil, hilafeti de vadederek Arapların bir kısmını Osmanlı hilâfetine karşı kışkırttı.”

***

Sonuç derseniz, hal-i âlem orta yerde...

Yani tek kelimeyle diyebiliriz ki;

Düşmandan hiçbir zaman acıma veya medet beklenemez, beklemek de büyük bir gaflettir.

En derin saygı ve sevgilerimle.