ZİNCİRLEME HATALAR (HİKÂYE)

Söğütözün de bir çay bahçesindeyiz, o zamanlar Kafe’ler değil çay bahçeleri revaçta. Arkadaşa diyorum ki;

Allah biliyor ya inşaat mühendisliği okumayı hiç istemedim, babam öyle istedi yok diyemedim.

Yekten, sen Allah’ı bilir misin dedi?

İman bilgim de devrimciliğim ve karakterim kadar zayıftı. “o beni biliyor ya yeter” dedim.

Gerçekte olmayan aslında kendi yarattığımız, bir sürü kavram ve ideoloji için yeterince tartışmıştım, yeterince gözaltına alınmıştım. Bir de Allah’ı karşıma alamazdım.

Tutunamayanlar diye adlandırılan kitlenin halay başıyım ben.

Sena ya 100 yıldır aşığım mesela, 100 yıldır bilmiyor. Erken gençliğimde aynı apartmanda otururduk.

Şu hafta sonu bir gelsin senaya açılacağım derdim, o hafta sonu hiç gelmedi.

Sena Trabzon’a üniversite okumaya gitti ben Ankara’ya. BEKLEDİM. Sena okulu bitirdi. Bekledim.

Sena başkasıyla evlendiğinde ben hâlâ bekliyordum.

Bir kasım akşamı keskin soğuk, Kızılay da eylemlerin birinden çıkmışım. Ekip arkadaşlarımın çoğu polise yakayı kaptırmış. İlk bulduğum telefon kulübesinden anamı aramıştım.

O hengâmenin verdiği sıcak kanla, tavan adrenalinle neden annemi arama gereğini hissettiğimi uzun uzun düşündüm sonraları.

Belki bir daha sesini duyamama endişesi, belki dünyada ki tek güvenilir makam olan anne yüreğine olan ihtiyacım, belki de korktum!

Evet evet korkmuştum.

O gece telefonda söyledi annem, sena’nın evleneceğini. Sena’yı da korkularım yüzünden kaybetmemiş miydim,

Pardon hiç elde edememiş miydim zaten.

 

1+1 öğrenci evinin kirli kanepesine kendimi atınca yılın sorusunu sordu zihnim.

Korkak adamdan devrimci olur mu?

Ben kiim sol sosyalist pankartlar taşımak kim? Ben gemi kaptanı olmak istiyordum, ne ara solcu oldum.

Öyle ya babam “ulan Mardin de deniz mi var ki sen kaptan olasın “ demişti.

Kum – taş çoktu Mardin de bu sebeple inşaatçı oldum.

Hoş onu da olamadım ya neyse. Dünya’nın kitabını okudum, dünyanın tezlerini yazdım kafamda… Ülkücülerle kavga ettim. Solcularla halay çektim.

Kimyacıların bile yapamadığı patlayıcı düzenekleri kurdum. Seminerler, tiyatrolar…

Heybemde sanat, siyaset, kültür, elektrik, kimya, inşaat biraz edebiyat ve psikoloji…

Ama günün sonunda hâlâ bişey olmuş değilim. Oğlun ne iş yapar dediklerinde babam; “ düşünce işçisi” diye yanıtlamalı.

12 Eylül’ün zifiri karanlığı henüz kalkmamıştı sokaklardan, üniversitelerden, gözlerden.

Okuldan da atılmıştım. Her devrimci eylemcinin sonu gibi benimde ellerim bomboştu.

Ahmet Kaya’nın dediği gibi üstelik fişlenmiştim, adım eşgalim bilinmekteydi.

           Ya yurtdışına kaçacaktım ki bunun için para lazımdı ve bende yoktu.

Ya memlekete dönecektim, lakin gösterecek diplomam yoktu.

Kaldım.  Aıwa walkman’ımin kulaklıklarını taktım kulağıma kitap yazmaya başladım. “ koca bir gençlik nasıl heba edilir” üzerine.

 Hani ağaç kütüğü ağaçtan ayrıldıktan sonra çiçek-yaprak açmaz, yaprak dökmez ama vardır. Bakan odun der.

Hayatın içinde yaşıyor gözüken bende öyleydim. Gülerken de, Mardin de arkadaşlarıma kilise gezdirirken de, üniversite kantininde “ ne olacak ülkenin hali” tartışırken de.

Vardım ama kütük gibiydim işte yaprak vermez. Toprağım suyum eksikti.

Denk getiremedim gövdemi bir toprak parçasına besleyemedim yağmur suyuyla.

Hayatına müdahale edememek, yabancı gibi uzaktan izlemek, düşünecek devşirecek kısımlarını yaşamın hep ertelemek.

Yıllar sonra arkama baktığımda tutunabilirdim bu hayata diyorum.

Herkesler gibi davranabilirdim. Ama sürekli beynim ağırıyordu benim.

Herkesler gibi hırslı olamıyordum. Boştu içim ve içeriye hiçbir şey almak istemiyordu.

Sosyalizme de sanırım bütünün bir parçası olmak adına sarmıştım.

Ama ben dahil kimse bilmiyordu ki parça parçayım, bir bütüne tutunamayacak kadar.