BU ÜÇLÜ KİRLİ İTTİFAK İSLAMİ BİR TÜRKİYE’Yİ İSTEMİYOR!? (III)

Sevgili okurlar...

Yazı serimiz devam ediyor.. Bugün üçüncü gündeyiz.. Dünden devam diyerek; “BU ÜÇLÜ KİRLİ İTTİFAK İSLAMİ BİR TÜRKİYE’Yİ İSTEMİYOR” başlığı altında, hasbıhal edeceğiz...

Buradan dile getirip, irdeleyerek sizinle paylaştığımız meselelerin temelinde yatan gerçek; “Milli iradeye dayalı bir siyasetin hâkim olması ve kılınmasıdır?”...

Çünkü biliyoruz ki “Milli iradenin” belirlediği rotada giden siyaset hiçbir şekilde, “sapma” göstermez...

Uzun ömürlüdür...

İstikrardan, İstikbalden “taviz” vermeyeceği gibi;  “İstiklale de” halel getirmez...

Lakin “tersi” bir siyaset anlayışı olursa; işte o zaman peru perişanlık kaçınılmazdır...

Milli İradeye” dayanmayan siyasetin “ömrü” uzun olmayacağı gibi; Ülke ve millet için de istikrar, istikbal ve istiklal  söz konusu olmaz!...

İşte bu ilke ve pencereden bakarak, dünya meselelerini irdeliyoruz...

Buradan dile getirdiğimiz memleket meselelerini, bin yıllık kültürümüzün, medeniyetimizin mirasının ışığıyla bir çerçeve çizerek, sizlere aktarıyoruz..

Ve hep ifade ediyoruz..

Ne olur, “yalan söylemeyen” tarihe bakın ve irdeleyin!...

Çünkü bu ülke insanına hep “yalan söyleyen” tarih okutulmuş, dayatılmış; millet “morfinlenerek” asimile edilmiştir..

***

 

Sevgili okurlar...

Şahsi yönde fikri beyanım, 1445 seneden beri oluşan ümmetin şiarıyla, varlık ve ana ilkelerinin ışığında, hep ülke ve millet meselelerini kaleme alarak, sizlere sunmuşuzdur...

Dün olduğu gibi bugün de!?..

Allah ömür verirse, imkânlar da sağlanırsa “aynı çizgide” yol almaya devam edeceğiz!

Başlığımızdan da anlaşıldığı gibi Dünya Siyonizm’i, Haçlı Emperyalizmi ve içimize onlar tarafından sokulan yerli ajanlar, nerdeyse 200 yıldan beri ülkenin “bölünmez bütünlüğü ile milletin, barış ve kardeşlik içerisinde yaşama haline” hep suikastlarda bulunulmuştur...

İstikrarı, istikbali ve istiklali hedef almıştır..

Bizi bizden eden “tohumların” ekildiği tarih, II. Meşrutiyet’in kuruluşundan sonradır..

Çünkü bu tarihten itibaren değişik isimler altında kurulan siyasi partiler, bu ülkeyi, bu ümmeti, bu milleti “birbirine” hasım etti...

Kardeşi kardeşe düşman yaptı...

Böl, parçala ve yut” politikası ortaya konuldu...

Sinsi, kirli ve şoven anlayışlar, “otoriteyi” ele geçirip, oluşturdukları ittifaklarla; “batıla ve batıya” odaklanıldı...

Milli ve yerli ne varsa; “yok hükmüyle” erozyona uğratıldı...

Ve bunu da “temel kaynağı” milli olmayan, batı patentli “yasalarla” yaptılar..

Dış mihrakların nam-ı hesabına...

Özellikle Lozan anlaşması...

Anlaşmanın muhtevası ve altına atılan imza İngilizlerin “projesidir?”...

Sahada kazanılan, masada kaybedildi...

Dönemin İngiliz baş murahhası yani Dışişleri Bakanı Lord Curzon ile yapılan anlaşmanın “içeriği” ve o günden itibaren, Türkiye’deki A’dan Z’ye yapılan uygulamalar; “olup-bitenin” bir ölçüde deşifresidir...

Bizim buradan aktardıklarımızın da kanıtlayıcı delilidir...

Her zaman bu sütunlarda dile getirdiğimiz gibi batı emperyalizmin, haçlı anlayışların, Siyonist planlarla ülkemizde oluşturdukları mason locaları, bu ülkeyi ve milleti “zehirlemiştir?”...

Siyasal, sosyal, ekonomiksel, tarihsel huzuruyla, “bunların sinsi ve kirli” plan ve projelerin içimizdeki devşirmeleri tarafından oynanmıştır...

Dün olduğu gibi bugün de!

Çünkü günübirlik siyasetin ve siyasi liderlerin birbirine şiddetli ithamlarla hakaretvari isnatlarla memleket siyasetine katkı getirmeleri mümkün olmadığı gibi, bilakis zarar verip yıkımlara neden olmuştur...

Netice itibariyle bu zararın faturası da bu memlekete, insanlarımıza kesilerek, ödetilmiştir...

Kimse inkâr edemez.

Memurun maaşından vergi kesiliyor.

İşçinin alacağından vergi kesiliyor.

İşverenin kazancından acımasızca vergi kesiliyor.

Bu vergiler tamamıyla elbette ki devletin ve bünyesinde oluşturulan bakanlıklara bütçe olarak dağılıyor.

Her şey tamam ama huzur yok.

Barış yok.

Kargaşa var.

Terör var.

Kirli ideolojiler var.

Sen-ben kavgası var.

Olup bitenlerin hepsi, dıştan ithal edilmiş kirli bir politikanın sonucudur..

Partiler arasındaki oluşa gelen kin ve nefrettir...

Dün olduğu gibi bugün de yaşanan siyasi tablonun, ülkeyi ve bu milleti barışa, selamete, rahatlığa götüreceğine inanmıyoruz...

Onun için samimiyet ve ihlas yok..

Birileri çıkıp Atatürkçülüğü kendine parola yapıyor.

Atatürkçülüğü, Sekülarizm’i, laikçiliği parola yapıyor.

Onunla siyasetini güdüyor.

Birisi çıkıp dinden imandan uzaklaştırılmış kupkuru bir ırkçılık ve milliyetçilik havasıyla bu yüce İslam milletini ve coğrafyasını kendi batıl ve yanlış ideolojileriyle böldürmek istiyor.

Bu itibarla nerdeyse elli seneden beri bu bölücülük, sen-ben meselesi, Kürtçülük – Türkçülük, bilmem Kürdistan, bilmem Türkistan, bilmem Arabistan, bilmem Mezopotamya vs. ithal malı uyduruk bir inançla, bir bölgecilikle yola çıkılarak İslam coğrafyası olan bu memleketin üzerine kirli oyunlarla “kan akıta” durdu...

Bunun da temel kaynağı dışarıdan ithal edilmiş mevcut siyasal unsurların yanlış hareketleridir.

Hatta diyebiliriz ki kiralık insanlar, bu kirli yanlış ideolojilerle devleti ve milleti birbirine düşman ettirip, bölük pörçük hale getirip, “böl-parçala-yut” sloganıyla bir yerlere ulaşma hevesindedirler...

Yıkıcı bir ideoloji..

Ne yazık ki bugün mevcut olan siyasal partilerin bünyesinde mevcuttur; bu ideoloji!.

Devletin yanlış politikaları bugüne kadar meydana gelen yanlış tespitler, milli olmamıştır, yerli olmamıştır.

Bize göre Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, bugün dünya politikası kendisini hedef tutmuştur.

Demek ki mutlaka bir şeyler var.

Demek ki Erdoğan’ı düşman sevmiyor, o zaman milletin sevmesi gerekir.

Zira düşmanın istek ve arzuları ne ise kesinlikle o düşmanın tersine siyaset yapılması gerekir.

Her şeyden evvel, 19 yıldan beri iktidarı devam eden bu parti ve bu partinin başında aralıksız olarak hep iktidara gelmiş bir insandır; Erdoğan!.

Demek ki toplumun vicdanı bu yönde olduğu için Recep Tayyip Erdoğan’ı iktidarda tutmaktadır...

Eğer ABD, Recep Tayyip Erdoğan’ı sevmiyorsa, diğer devletler, yani haçlı emperyalizm, NATO birliği dahi olsa, BM dahi olsa, her kim olursa olsun onların hedefi ne ise milletimizin tam tersine hedef ortaya koyması gerekir...

Irak ve Suriye'ye sınır ötesi operasyon konusunda Cumhurbaşkanına verilen yetkinin iki yıl daha uzatılmasını öngören Cumhurbaşkanlığı tezkeresi, TBMM’den geçti.

Ama “PKK bizim arka bahçemizdir” diyen HDP’nin ve CHP’nin tezkereye ret oy vermesi, acaba kimin adına hareket etmektedir?

Bunu düşünmek gerekmez mi?

CHP ve HDP’nin ittifak etmesi, yanlış bir ittifak üzerinde çalışmaları, ülkenin ilerlemesine engel teşkil etme ve önünü tıkama politikasından başka bir amaç taşımamaktadır..

Bu itibarla artık bu millet, dost kim, düşman kim kesinlikle tanımalıdır ve bilmelidir.

Memleketimiz rastgele oyunların sergilendiği bir alan değildir...

Sonuç itibariyle, tarihten ders almaz lazım!..

Eğer geçmişimizden ibret almayı düşünüyorsak, gerçek tarihimizin, gerçek kültürümüzün, gerçek inancımızın derinliğine inmemiz gerekir ve o büyük insanların çok kısa bir süreç içerisinde nasıl İslam coğrafyasını genişlettiler...

Nasıl Ezan-ı Muhammedi’yi Viyana kıyılarına kadar seslendirdiler...

Nasıl Adriyatik Denizinden Çin Seddine kadar İslam’ı yayabildilerse...

Bizim de aynı “yolda” yürümemiz gerekirdi...

Ki çağ itibariyle, “dört bir nala” yol almamız lazımdı..

Ama gel gör ki o politikanın, o siyasetin tam tersini 200 yıldır bu ülke yaşıyor...

Onun içindir ki Türkiye “iki yakasını” bir araya getiremiyor...

Hep hayal mahsulü...

Bakınız, dünkü sohbetimizde size İmadüddin-i Zengi’nin oğlu Nurettin Mahmut Zengi’den ve Selçuklu İmparatorluğunun başkumandanı olan Kürt Selahaddin-i Eyyubi’nin büyük bir ittifak içerisinde Doğu Türkistan’dan mevcut bugünkü Uzakdoğudan ve Ortadoğu’ya kadar ve Anadolu’ya kadar, hatta öncelikle Selçukluların gelip Bitlis Ahlat’ta konaklayarak çadır kurmalarına kadar!?..

 O günkü deyimle adı Kürdistan olan bu coğrafyaya yayıldılar...

Ama Türk, Kürt, Selçuklu, Eyyubi diye bir parolayla değil.

Kesinlikle bir ümmetin birlikteliğiyle, bir iman ittifakıyla dört bir tarafa yayılıp, bütünleştiler...

Düşünün o dönemin ve Osmanlı devletinin hala da arşivlerinde olan bu coğrafyanın adı Kürdistan ise ve o Selçuklu İmparatorluğuna bağlı olan Türkler buraya İslam’a hizmet etmek için geldiler...

Türklüğü ve Kürtlüğü değil de İslam’ı kendilerine şiar ettiler...

Ve büyüdükçe büyüdüler...

Demek ki siyasetleri istikametli bir siyaset olup, devletlerine istikrar sağlayabilmişlerdir...

İslam coğrafyasını oldukça genişletebilme başarılarının temelinde yatan ana ilke de; ümmet olma şiarıdır...

Onların tek parolası vardı...

İslam bayrağı altında; ümmet olmak!..

Nurettin Zengi’nin Selahaddin-i Eyyubi ile ittifak etmesi...

Her şeyden evvel bekledikleri zaferler, yani Emevi devletinin son halifesi olan Ömer ibnü Abdülaziz’den ta Fatih Sultan Mehmet’e kadar uzamış...

Hatta Sultan Abdülhamit’in 33 yıllık iktidarına kadar...

Devleti ve milleti hiçbir zaman birbirinden ayırmamışlardır.

Devlet daima devletliğini yapmıştır.

Milletin üzerine sayeban olmuştur.

Millet de devletini bağrına basmıştır.

Çünkü devlet her şeyden evvel İslam’ın muhafızı olmuştur.

Eğer son bu yüz elli yıl içerisinde dışarıdan ithal edilmiş kirli planlarla içimize sokulmuş yanlış ideolojiler yüzünden ülkemiz bölük pörçük hale gelmişse bilinmelidir ki temel nedeni, ana unsuru İslamsızlıktır..

Yani Kur’ansızlıktır, dinden uzaklaşma halidir.

Bakınız, Mahmut Zengi özellikle “Tevfikat-ı Rabbani” parolasıyla yola çıkmış, ecdatları kendine şiar edinmiş ve kendi anayasalarına baş madde olarak “Nisa” suresinin 65. Ayetini koymuştur...

İşte buyurun Nisa Suresinin 65. Ayetinin yüce meali bakın bize neleri söylüyor.

Hayır (onların zannettiği gibi değil), Rabbine andolsun ki onlar, aralarında anlaşmazlığa düştükleri her konuda seni hakem tayin etmedikçe ve sonra da senin kararına kalplerinde hiçbir burukluk (ve şüphe) duymaksızın tam anlamıyla teslim olmadıkça, gerçekten iman etmiş olamazlar.”

En derin saygı ve sevgilerimle.