ŞEFFAF BİR TARİH VE ŞEFFAF BİR SİYASET, ŞEFFAF BİR TÜRKİYE DEMEKTİR!?

Evet, sevgili okurlar.

Her zaman bu köşede âcizane sizinle paylaşmak istediğimiz hakikat, sorunlar yumağına dönüşen ülke ve millet meselelerinin çözümüne giden yolun arayışı olmuştur..

Dün olduğu gibi bugün de...

Onun için her ne pahasına olursa olsun, “hür düşünce, hür fikir, hür insan” bildiklerini serbestçe ve açıkça ifade etmelidir diyoruz!!.

Hür düşünce demek hür siyaset demektir.

Hür siyaset demek, hür bir tarih demektir.

Hür tarih, yalan söylemeyen tarih demektir...

Gerçek, asil bir siyaset demektir.

Şeffaf bir siyaset, gerçek bir devletin kimliğidir.

Tüm bunlar, hür ve özgürce inancını yaşamak demektir.

***

Tarihte birilerinin yaptıkları yanlışlar “yanına” kâr kalıyorsa...

Dahası, tarih boyunca o birileri milletine karşı “yanlış ve zulümkâr” uygulamalarda bulunmuşsa, demek ki ortaya koyduğu siyaset şeffaf değildir...

Ki şeffaf olmayan siyaset, “vesayetçi” olur...

Despot olur...

“Ne hür bir düşünceye, ne hür bir fikre ve ne de hür bir insana” tahammülü olur...

Antidemokratik bir anlayışla, kamu vicdanını tanımaz, eleştirilerine de rıza göstermez, yasak getirir...

Zira kendileri de biliyorlar ki yaptıkları siyaset veya uyguladıkları politika dayanaksız olup, keyfiyete bağlıdır...

Çünkü yakın tarihimiz boyunca bu halk, mutlak bir ızdırap içerisinde kıvranıp durmaktadır...

Hiçbir zaman, açık ve aleni olan yanlışlarını kabul etmez..

“Ben yanlış yaptım” deme erdemliğini göstermez..

Özeleştiriye gelmez..

İtirazlara ve eleştirilere de “kapılarını” kapatır...

Siyasetini, “şeffaflık değil” karanlık ve yasaklar üzerine kurgular...

Bu söylediğim ifadeler günümüzdeki siyasetin ne kulvarda yürüdüğünü ve yüzyıldan beri bu milletin başına ördürülen çorapların nasıl hileli bir şekilde tertiplendiğinin, beyanıdır...

***

Şu bir gerçektir ki...

Sağlam ve şeffaf bir siyaset, sağlam bir tarihin temel taşıdır.

Keza bütünlüğünden taviz vermeyen bir toplumun varlığıdır.

Devletin de,

Milletin de,

Bayrağın da,

Vatanın da, hür ve bağımsız olduğunun teminatıdır; şeffaf siyaset ve yönetim!..

Bu da toplumsal hür düşünceye dayalıdır.

Hür inanca dayalıdır.

Topluma zarar verilmediği takdirde, mutlak bir yaşam tarzıdır ki buna da “demokrasi” denir.

Ama tam tersine demokrasiyi değişik pozisyonlara sokarak yaptıkları siyasete güvenmeyenler, kendilerini korumak için toplumun hür yaşam ve hür düşüncesine, “pranga” vururlar..

Yaşananlara karşı ne diyebilirsiniz ki..

Bu da bu milletin makûs kaderi mi diyelim?

* * *

Bakınız, sevgili dostlar.

Buradaki temel amacımız; “Devlet ile milletin el ele vererek, birlikte yürümesidir...

Yekvücut vaziyette..

Bu da milletin devlete vermiş olduğu güven, itibar ve milli iradenin yaşam biçimiyle mümkün olabilir?

Bu biçimlendirme şeklini başka kulvarlara taşımak, kimlik değiştirmek ve kapalı rejimlerde olduğu gibi her şeyi tersyüz edip kötülüğe meşruiyet kazandırmak, iyiliği de yasaklamak; zorbalıktır, antidemokratik bir haldir.

Ve yalan söyleyen tarihi koruma altına alıp kötülüklerini örtbas etmektir.

Çağdaş, medeni bir dünyanın hiçbir yerinde kamu vicdanı bunu kabul edemiyor.

Uyduruk siyasete rıza göstermez...

Her ne kadar, “kapalı kapılar” ardında kirli ve sinsi siyaset icra edilse de; eninde sonunda deşifre olur...

Ortaya çıkar...

Kep düşer, kel görünür...

Ne hazin ki hem millet, hem devlet bu yolda ağır faturalar ödemiş olur...

Hayatın tüm akışı içerisinde işin içinden çıkılamaz bir hale dönüşür; ülkenin hali!

Zira olup-bitenler yalandır ve dayanaksızdır.

Köksüzdür, temelsizdir.

Milli iradeyi yansıtmama biçimidir.

Ancak ne var ki müzahrefattan ibaret bir makyajlandırma halidir.

Bu da nereye kadar devam eder?

“Yalancının mumu yatsıya kadar yanar” misaliyle yola çıkarsak, günümüzdeki siyasetin ve politikaların hal-i perişanlığı ortadadır.

* * *

Biraz da yakın tarihimizdeki olup bitenleri konuşalım.

İnanın, sevgili dostlar.

Osmanlının son döneminde yaşanmış olunanlar, harfi harfine okunursa veyahut okutulursa bu toplum yekvücut olarak ayağa kalkar.

Ve der ki “Eyvah! Ben nasıl bir derin uykudaymışım ki nereden nereye gelmişim, sırtımdan vurulmuşum, zehirli hançer benim kalp ve ciğerlerime kadar etki etmiştir?”

Ortaya çıkan tablo karşısında “nerdeyse ölümcül manevi bir hayat yaşıyorum” diye düşünmemek akıl kârı değildir.

Evet, bunu örneklemek gerekiyorsa; işte “Tanzimat Fermanı.”

Sultan I. Abdülmecid tahta çıktığında henüz çocuk yaştaydı.

Ama gelenek olarak babadan evlada intikal eden saltanat ve hilafet neticesinde oluşa gelmiş âdetler üzerine makbuliyet kazanmışsa da ne yazık ki sonradan bundan devlet zarar görmüştür.

Toplum hileli insanların eline geçmiştir.

600 yıl hükümran olan bir cihan devleti, Hilafet-i İslamiye’nin kaldırılışıyla beraber göç edip gitmiştir, toz olup uçmuştur.

Ki öğrenimini Paris’te veyahut Londra’da görmüş, o dönemde devleti etkileyen mason kafalardan en meşhuru cüce Reşit Paşa’dır.

Devleti ele geçiriyor ve Tanzimat Fermanını gerçekleştiriyor.

Buna da ne diyebiliriz ki?

Tek kelimeyle şunu söyleyebiliriz.

Devletlerin bünyesine değişik hileli yöntemlerle devşirmelerin yerleştirilmesi ve şeffaf olmayan siyasetle kimlik değiştirerek, devlet siyasetine sahip çıkanlar, sonuç itibariyle millete çok ağır faturalar ödetmiştir.

Nitekim her zaman burada değindiğimiz gibi “Tanzimat Fermanı’ndan” tutun da 1923’lerdeki Lozan Hezimetine kadar…

1923’ten 1950’lere kadar…

Kapalı bir rejim haline getirilen Osmanlının son dönemi ve Türkiye’nin günümüzdeki siyasetine kadar…

Ne yazık ki bugünkü başlığımıza uygun olarak hiçbir alanda şeffaf bir siyaset, şeffaf bir tarih, şeffaf bir rejim hali bu millete yaşatılmamıştır.

Ve otoriteler de millete kendini inandıramamıştır.

Onun için bu ülke o günlerden günümüze dek hep kavga, kargaşa, hile ve terör, hem de kurtarıcılık adına, birilerinin himayesi altında olayları tersyüz etme hali yaşatıla gelmiştir.

Bakıyorsun ki Osmanlının son yaşam şekli her zaman söylediğimiz gibi 1839’dan 1909’lara kadar…

Tanzimat Fermanı adı altında Gülhane Hatt-ı Hümayunu’nun yayılmasıyla.

Yani Padişah Abdülmecid’in eliyle yazılmış bir bildirge olarak millete dayatılmış ve o ferman sanki “ferman-ı ilahiymiş” gibi millete kabul ettirilmiştir.

Ki tümüyle o fermanın kendi bünyesinde taşıdığı anlam, İslam dininin mefkûresini yavaş yavaş devlet bünyesinden çıkarıp, batılılaşmaya girmiştir.

O günden günümüze dek dinde lakaytlık ve eğitime İslam’ın ruhu yerine Batılılaşma ruhunu yerleştirmek ve bu minval üzere Moiz Kohen’lerin devlet bünyesine yazar-çizer olarak girmesi...

Ki isim değiştirerek, Munis Tekinalp olarak bunları yapmıştır...

Emanuel Karasu, Halide Edip Adıvar, Ahmet Emin Yalman, Yunus Nadi gibi daha birçok isim sayabiliriz.

Nihayetinde Türkiye’yi yani bir cihan devletini; kapalı siyasetle ve yalan söyleyen tarihle buraya kadar getirdiler.

Türk ismini kullanarak, Turancılık ırkçılığına dayanarak yola çıkanlar 1914’te Devlet-i Âliye-yi Osmaniye’yi I. Dünya Savaşına soktular...

Bunu yaparken de İttihat Terakki Partisini kuranlarla çok gizli işbirliği içinde yapmışlardı.

İşte bundandır ki bugünkü sohbetimize başlık olarak kullandığımız “ŞEFFAF BİR TARİH VE ŞEFFAF BİR SİYASET, ŞEFFAF BİR TÜRKİYE DEMEKTİR!?” ifadesinin mefhum-u muhalifi;

Şeffaf olmayan tarih, yalan söyleyen tarih demektir.

Şeffaf olmayan siyaset, ranta, çıkara ve menfaate dayalı bir politika demektir.

Şeffaf olmayan bir Türkiye, ne yazık ki Lozan gibi yalan dolan muahedeyle devleti küçültmek demektir.

Bu itibarla diyoruz ki;

Şeffaflık, milletin vazgeçilmez ruhudur, imanıdır, inancıdır, canlandırılmasıdır, devletin yaşlanma yerine hep genç kalma halidir.

Ama dediğimiz gibi bunun tam tersine, toplumsal çürümeye yönelik yapıla gelen yalancı bir politikaya dönüştürülür...

Nitekim bugünkü Türkiye’nin mevcut hali orta yerdedir.

Buna rağmen yine de hiç olmazsa “hastalıklı göz, kör gözden daha iyidir” manasını taşımakla yetinmeliyiz.

En derin saygı ve sevgilerimle.