TÜRKİYE’DE OLUP BİTENLERİN GERÇEK YÜZÜ?!! (II)

Evet, sevgili okurlar.
Demokratik olmayan rejimler, sistemler ve uygulamalar bir ülkenin varlığına ve bütünlüğüne ciddi halel getirerek o ülkenin geleceğini karanlığa düşürür.
Milli bütünleşme devletle hükümet ve millet arasındaki ciddi bir dayanışma ahengiyle olabilir.
Eğer millet; devletin uygulamalarını elinde tutan iktidarlara kuşkuyla bakıyorsa ve o kuşkuyla bakmasında da haklı ise o iktidarların artık yapabileceği bir şey kalmaz? 
Neredeyse yüz yıldan beri gelen giden iktidarların, vesayetçi anayasalarla, demokratik olmayıp da hukuk dışı yasalarla ve o yasaların keyfi bir vesayet altında uygulamalarıyla gününü gün eden hükümetler hiçbir zaman hukukun gerçek yüzünü yansıtamazlar.
Demokrasi kavramının ancak telaffuzdan ibaret olup içi boş bir kavram olarak kullanılıyor olması, çok ciddi dengesizliklere, kargaşaya ve teröre neden olur.
Oysaki bilimsel olarak olaya bakıldığında, gerçek hukuk literatüründe bir ülkenin varlığını ve bütünlüğünü koruma altına alma şartı beş ana gerçeğe bağlıdır.
Buna da İslam hukukunda “Zarurat-ı hamse (zaruri olan beş ana çizgi)” denir.
Bu “Zarurat-ı Hamse” denilen beş ana gerçeğin anlamı şu; 
Birincisi: Din ile dünya işlerinin bir arada olup her ikisinin varlığıyla milletin bütünlüğünün sağlanmasıdır.
Birini diğerinden ayırıp Kemalist, laik, seküler bir anlayışla dini toplumun arasından söküp atmasıyla yalnız kalan dünya işleri o ülkenin bütünlüğüne yarar getirmediği gibi halel getirir.
Kargaşa ve kaos üretir.
Zira demokrasinin gerçek manada işlevi, toplumun ekseriyetinin yaşam tarzının paralelinde olabilir.
Kemalist, seküler bir anlayışla devlet hiçbir zaman milletle bütünleşemez.
Bırakın iyiliklerin yaşanmasını, tam tersine rejim ve sistem kötülüklerin ana kaynağı olur. 
İkincisi: Ülkede yaşam faktörünün garantiye alınması. 
Yani kişilerin günlük hayat koşullarının garanti altına alınmasıdır.
Herkesin hayat garantisini devletin varlığına güvenle bağlamasıdır.
Üçüncüsü: Toplumsal neslin varlığının garantiye alınması.
Yani sağlıklı bir neslin yetiştirilmesi.
Neslin geleceğini garantiye alıp, ahlaklı bir gençliğin topluma kazandırıla bilinmesidir.
Bunun yolu da gerçek ahlaka dayalı bir eğitim sisteminden geçiyor.
Eğer bugünkü gençlik terörize ediliyorsa, uyuşturucu ve fuhuş tehlikesinden kurtulamıyorsa, bu demektir ki devletin yönetimi ve eğitimi iyi yolda değildir.
Dördüncüsü: İnsanların mal ve servetinin varlığının devletin garantisi altına alınıp, yok olma tehlikesinden kurtarılmasıdır.
Beşincisi: Sağlam bir akıl muvazenesinin varlığıdır.
Yani toplum bireylerinin sağlam bir akıl ve izan sahibi olma biçimidir.
Aklı ve kültürü olmayan bir toplum sağlam bir zemine oturtturulamaz.
* * *
Görünen odur ki bu sayılan toplumsal beş ana faktörden hiçbirisi bugün garanti altında değildir.
Yüz yıldan beri toplumsal dini uygulamalar nerede ise yok olma tehlikesiyle karşı karşıyadır.
Zira bir toplumun günlük hayat akışları dini eğitim paralelinde olmayıp da sadece dini kişisel inanca bağlama, o toplumu hiçe saymak demektir.
O topluma zulüm etmek demektir.
O topluma kuşkuyla bakmak demektir.
Ve toplumu dinsiz bir hale getirilme tehlikesiyle karşı karşıya bırakmaktır.
Keza kişilerin yaşam garantisi de öyle.
Neredeyse 50 yıldan beri insanlar Türkiye’de olduğu gibi İslam dünyasının hiçbir ülkesinde sağlıklı bir hayat dengesi bulmuş değil.
Ki söz konusu da değildir.
Her gün toplumsal katliamların varlığı söz konusudur.
Nesil denilen gençlik, baştan çıkmış durumda.
Eğitimli olsa dahi ahlak yoksunluğu tehlikesiyle karşı karşıyadır.
Kişilerin mal ve can varlığı hiçbir zaman garanti altında değildir.
Bakınız gün geçmiyor ki; "şiddet, işkence ve ölümler" yaşanmasın.
Kadın cinayetleri artık önlenemez boyuta geldi. 
Öyle ki, günde üç dört kadının "eşi veya yakını" tarafından katledildiğini görüyoruz.
Akıl ve şuur denilen en kutsal bir sermaye neredeyse geriye bırakılmıştır.
Toplumsal bir cünun (delilik, akıl yitirme) hali yaşanıyor.
O zaman hangi hükümet adil, demokratik bir düzenin varlığından bahsedebilir?
Antidemokratik, hukuk dışı uygulamalar ve keyfilikler zincirinin ardı arkası kesilmiyor.
Hele hele kamu kurumlarındaki rüşvet şaibeleri, özellikle bazı bakanlıkların bünyesindeki gerçekleşen keyfilikler, adam kayırma, birilerinin ceplerini doldurma şekli söz konusuysa, o ülkede hangi demokrasiden, hukukun üstünlüğünden dem vurulabilinir ki?
12 sene boyunca AK Partinin lideri olan bugünkü Cumhurbaşkanımız Sayın Recep Tayyip Erdoğan’ın samimiyetinden, inancından, ciddi bir devlet adamı olma vasfından hiç kimsenin kuşkusu olmasın.
Zira Sayın Erdoğan kesinlikle bir dava adamıdır.
Davasını da hiç bir dünya "emeline" feda etmez.
Keza bugünkü Başbakan Sayın Davutoğlu da öyle, Bülent Arınç da öyle.
Amma velâkin.
Bu coğrafyamızın kaderini elinde tutan bazı Güneydoğulu bakanların bakanlıklarındaki şaibeli kirlenmeler, bölgede çok ciddi huzursuzluklar yaratmaktadır.
Özellikle Gıda, Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı bünyesindeki kokuşmuşluk ayyuka çıkmıştır.
Böyle olunca AK Parti bu bölgeden hangi yüzle oy isteyebilir ki?
Korkarız ki “Eski tas, eski hamam” olma hali yaşansın.
Kamuoyunu temsilen burada anlatmaya çalıştığımız gerçek yeni seçilen milletvekili adaylarını çok büyük titizlikle şaibeden uzak, kişisel rantını düşünmeyen kişilerden oluşsun, zayıf iradeli insanları yine bu milletin huzuruna çıkarmasınlar.
Yani müteahhitlik ve rant anlayışına sahip olanları, halkın huzuruna çıkarmasınlar.
Çünkü bu millet bunlardan bıkmıştır.
Böyle insanların varlığından bezmiştir. 
Bunların yüzünden, hiç oy kullanamaz durumda olan insanlarımız vardır.
Bazı insanlarımız da, sivrisineğin ısırmasından kaçıp kendini ejderhaların ağzına atma şuursuzluğu içerisinde kalmaktadır.
Ve hem de çoğunlukta bu oluyor.
* * *
Bir önceki yazımda Gıda, Tarım ve Hayvancılık İl Müdürlüğü ile Defterdarlık arasındaki keyfi ve yasadışı uygulamaları dile getirmiştim, hem de belgelerle.
Bugün yine bu köşede belgeli, çıkara dayalı bazı yasadışı uygulamaları sizinle paylaşmadan geçmek istemiyorum.
Bakınız, sevgili okurlar.
Anılan Bakanlığa bağlı Diyarbakır İl Müdürlüğü ile Defterdarlık Milli Emlak Müdürlüğü arasındaki peşkeş uygulamaları nasıl kanuna uydurulmuştur.
Adeta bir heyet tarafından imza altına alınmış, köylülerin merası mera vasfından çıkarılıp, hazineye dönüştürülüyor ve o hazine arazisi de şahıslara “Toplulaştırma” adı altında peşkeş ettiriliyor.
Hem de meranın ot bedelini ödeme fonksiyonunun gerçekleşmesiyle yasallaştırılıyor.
Acaba o mera bedeli köylülere ödenmiş midir?
Veyahut birilerinin ceplerine mi indirilmiş?
O ayrı bir merak konusu doğrusu.
İşte böyle olunca tümüyle işler değişir.
AK Parti bölgedeki  böylesine şaibeli uygulamalardan kendini kurtaramaz.
“Diyarbakır Valiliği, İl Gıda, Tarım ve Hayvancılık Müdürlüğü, İl Mera Komisyonu Başkanlığı” adı altında alınan bir kararın tarih ve sayı numarası ile aynı kararın küpürünü kamuoyuna sunmak üzere deşifre ediyoruz.
“Tarih 29.01.2013
No: 2 
Yer: İl Müdürlüğü”
Bakınız, bu kararda köylünün merası, mera vasfından çıkarılıyor, hazineye dönüştürülüyor ve ot bedeli olarak gösterilen cüz’i bir rakam söz konusu oluyor.
O miktarın da köylülere ödenip ödenmediği tabii kamuoyunun meçhulüdür.
Kararın 1’inci sayfasındaki bölümün küpürünü sizinle paylaşalım.
En derin saygı ve sevgilerimle.