GÖZÜMÜZÜ KAPATIRSAK GÜNEŞİ HİÇ GÖREMEYİZ

Suriye olayı patlak vermek üzere iken çok sık olarak Türkiye orada oldu. Önceleri Sayın Başbakanın bir iki gidip geldiğini, verilen sözlerin yerine getirilmediği iddiasının şayia olmaktan çıkıp bir realite haline geldiğinin Türk Kamuoyu tarafından benimsenmesinden sonra başta Dışişleri Bakanı olmak üzere müsteşar Feridun Sinirlioğlu ve MİT müsteşarı Hakan Fidan’ın Şam’a sık aralıklarla seyahat ettiler.

Onlar Esed’den hep kısa sürede Demokrasiye geçme, halkın iradesine saygı gösterme, siyasi partiler kanunu hayata geçirme, tüm halk kesimlerinin serbestçe katılacağı seçimler yapma gibi taleplerde bulunuyorlar ve zamanın daraldığından söz ediyorlardı.

Esed’in bu taleplere hiçbir zaman için karşı çıkmadığını biliyoruz. O şöyle diyordu. Yüz yılı aşkın bir sistemimiz var. Biz bu yapı içerisinde İsrail ile savaş yapmış bir ülkeyiz. Bazı topraklarımızı kaybettik, Golan tepeleri şimdi İsrail’in elinde. Ancak süreç içerisinde büyük gelişmeler gösterdik. Sizin aracılık yapmanız sebebiyle çok iyi bildiğiniz üre İsrail ile barış masasına oturmak üzereyiz. Sahibi olduğumuz toprakları geri alacağız. Mısır bunu başardı, biz de başaracağız.

1967 Arap-İsrail savaşından sonra köprülerin altından çok sular aktı. Biz de kendimizi toparladık, kötü olmayan bir ekonomimiz var, petrol kaynaklarımızı daha rantabtl biçimde kullanmaya başladık. Bu konuda dış dünyaya muhtaç değiliz. Genç nüfusumuz çalışkan ve üretken. Hele Türkiye’de Ak Parti iktidarı ile işbirliği halinde yaptığımız çalışmalar her iki ülkenin her alanda büyük atılımlar yapmasına imkan verecek hale geldi. Türkiye ile yıllık 10 Milyar dolar seviyesinde ticaretimiz var. Asi nehri üzerindeki ortak baraj projemiz herkese dudak uçuklatıyor. Büyük kıskançlıklar oluştu. Ancak dediğiniz gibi daha büyük halk kesimlerinin istek ve taleplerini karşılamak ve yönetimde katılımcılığı temin etmek için zamana ihtiyacımız var. Bir sorunu hallederken, bir başka sorunun kaynağı olmak istemiyoruz. Biz bu konuda iyi niyetliyiz.

Bakın 23 Nisan 1920 de TBMM sinin açılması, 29 Ekim 1923 te Cumhuriyetin ilanına rağmen, Türkiye demokrasisinin de büyük açıkları var. Hala katılımcı demokrasinin kuralları bütünü ile işliyor diyebilir misiniz? Sayıları 50 yi geçen siyasi partiniz var, ancak topu topu üç parti, o da kesintilerle, TBMM sine girme imkanı buluyor.

Çoğu zaman da bu iki parti ile sınırlı kalıyor. Mesela ülkenizin en büyük ikinci halkını oluşturan Kürtler % 10 barajını aşarak Parlamentoya giremiyorlar. Bir takım hülleli yollara müracaat etmek zorunda kalıyorlar. Bu da tabii onların gerçek yüzünün parlamentoya yansımasına engel teşkil ediyor. Seçim barajı bu kadar yüksek olması, Kürtlerin kendi partileri ile asgari 70-80 Milletvekili ile parlamentoya girmeleri mümkün iken, bu olmuyor, bağımsız olarak seçimlere giriyorlar ve elde etmeleri gereken Milletvekili sayısının yarısına bile ulaşamıyorlar.

Demek ki bu işler öyle çok kolay değil. Sizde de Halk özgün kıyafetleri ile Parlamentoda temsil edilemiyor, kamusal alanda görünür olamıyor, dinlerinin gereğini özel hayatlarına yansıtamıyor, demokrasi ile telif edilmesi mümkün olmayan ladini bir hayat yaşamalarını devlet baskı ile temin ediyor.

O nedenle bize yardımcı olun, fırsat tanıyın, halkın kışkırtılmasına sebebiyet vermeyin, bakın biz birçok sorunu aştık geliyoruz, dönemimde Suriye’de bin tane cami yapıldı, dini özgürlükler alanında belki sizden de iyi durumdayız. Haklar ve özgürlükler konunda daha da iyi olma kararlılığımız var. Ama burası farklı bir ülke, burada silahlar patlarsa, bunların hiçbirisini yapamayız. Biz zaten perişan oluruz, ama komşu ülkeler içersinde en büyük zararı Türkiye görür. Bunun farkında olun dediler.

Fakat biz de kararlı idik ve Esed’in şürekası ile en fazla bu baskıya üç ay dayanabileceğini zannettik. Kim ne derse desin bu müthiş bir kumardı. Bir ülke ile bir halk ile oynamak çok tehlikeli bir şeydi. Üstelik dünya siyasetinin iki çok büyük komşu ülkesi olan Rusya ve İran sakın böyle bir şey yapmayın, Suriye işine ne siz ve ne de başkası müdahil olmasın diyordu. Bunlar yanlarına bir de Çin’i almışlardı. O da uzakta olmasına rağmen buna benzer açıklamalar yapıyordu.

Olan oldu.                                                           

Suriye paramparça. Onun bu son halinden ötürü Irak perenk perenk. Her gün binlerce Müslümanın kanı bu topraklara akıyor. Bir araya getirilse sel olur. Bir yakınım daha dün İngiltereden geldi. Her şey çok güzel. Adamlarda Demokrasi var. Bunu içlerine sindirmişler. Birlik beraberlikle sorunların üstesinden gelmeye çalışıyorlar. Yakın da İskoçyada İngiltere ile birlikte yola devam mı, yoksa ayrılarak başka bir devlet haline gelmek mi konusu için sandık başına gidecekler. Yani referandum yapacaklar dedi.

Ben aslında sözün nereye geleceğini bildiğim için, onlar bunu pek tabii yapabilirler. Zaten bir ada ülkesi konumundalar. İster ayrılarak bir başka devlet kursunlar, isterse birliklerini korusunlar fark etmez. Zira karadan bir başka ülke ile irtibatları yok ki, aldım başımı gidiyorum dediklerinde, geride kalanlara bu dert olsun. Nasıl olsa biri birlerine ekmek kadar, su kadar muhtaçlar.

Hadi hadi dilinin altındaki baklayı çıkar dediğinizi duyar gibi oluyorum. Çıkarmayıp da ne yapacağız?

Olay şu. Bizim Suriye’ye yapmış olduğumuz öneriler, öyle kısmı Akal yönünden değil, kısmi azam(büyük ölçüde) bakımından bizim için de geçerli.

Suriye ye demokrasiye geç kurtul diyorduk. Suriyeli bize hele sen git demokrasini kur, sonra gel bana bunları anlat ki başarının altında yatan sebebi görmüş olayım dedi. Dedi dedi de başına olmaz işler açtı.

O halde biz ne duruyoruz.

Hani meşhur deyimi ile el aleme verir talkını, kendi yutar salkımı durumuna düşmeyelim.

DSP nin hakim ortak olduğu iki binler başındaki Türkiye hükümetleri zamanında, ekonomi çok kötü bir duruma düşmüştü. Kemal Derviş bu ülkeye davet edildi. Başbakan Bülent Ecevit’in üstünde bir konuma gelmişti. 16 günde 17 kanun çıkartıldı. Ekonominin adeta tozu toprağı silkelendi. Merkez Bankası özerkleştirildi. Kamu İhale Kurumu gibi bağımsız kurumlar teşkil edildi. Bugünün ekonomik başarılarının altında yatan bu sebebi kimse görmezden gelmez herhalde.

Şimdi de demokrasimize böyle bir neşter vurma zamanı diyorum. Hatta zaman geçiyor, işte Suriye, İşte Irak örnekleri karşımızda. Buna benzer belaların başımıza gelmesinden çok ama çok endişe ediyorum.

Zira bugünün yazılı basınında dağdaki örgüt elemanlarının resimlerine baktım. Siz de görmüşsünüzdür. Dağların ortasında yerde yemek yiyorlar. Onlarca genç insan. Önlerinde bir iki kap yemek. Yani bu insanlar lüks aramıyor, araba aramıyor, boğazda yalılar peşinde değiller, Selim Usta, Recep Usta yemekleri umurlarında değil.

İşlerin Arap saçına dönmemesi lazım. Zira bu insanların da önlerindeki örnekler bizi oldukça tedirgin etmeli. Ya bir de ben zaten rahat değilim, senin de canın …… me derlerse ne yapacağız.

Öyle veya böyle bu işleri başımıza açan Abdullah Öcalan’ın varlığı bakımından büyük önem taşıyor.

Ve o gelinen noktanın barışa evrilmesini istemeyenlerin kimler olduğunu, YURT DIŞINDAKİ PRATİGİNDEN ÖTÜRÜ, gayet iyi biliyor ve Türkiye’nin demokratik açılımlar konusunda elini çabuk tutmasını istiyor.

Mesela şu yüzde on barajının kaldırılması konusunda hükümetin önünde ne gibi bir engel var. Anayasa değişikliği gerekmeyen bu sorun bir günde çözülmez mi? bu konu hükümetin önüne geldiğinde, biz mi getirdik bu barajı, bizden kaldırılması isteniyor. Yani ben bununla tek başıma iktidar oluyorum, engel olmayın diyor. Ama olmuyor, olmuyor işte. Yüzde on barajının kalkması, kurulacak bir koalisyon hükümetinde Kürtlerin hükümette yer alması anlamına geldiğini siz de görüyorsunuz değil mi? İstenmeyen bu mu?

Özel okullara Kürtçe eğitimi getiren Devlete kimse bir şey mi dedi ki, bunu genelleştirip isteyenlere eğitimin yolunu açmak zor olsun. Ve eve dönüşlerle ilgili temel yasa değişikliği.

Kürtler Ak Partinin demokratikleşme paketleri ile neleri getirdiğini elbette görüyor ve zaten o sebeple oyunun yarısını Ak Partiye veriyor. Hele bu ve bunun gibi netameli konularda gündemimizden çıksın Allah kerim.