TEKEBBÜRÜMÜZ GÜNAH KULELERİMİZİN İSYAN BAYRAĞIDIR

Çarşamba akşamları eski,yeni vekillerle bir araya geliyoruz, bir şeyler okuyoruz, sohbet oluyor. Sonra yemek yiyoruz ve dağılıyoruz.

Yapılan sohbetlerin hemen tamamı dini içerikli. Okunan kitaplarda İslamın yüceliğinden, Kur’anı Kerimin ezeli bir kelam oluşundan, ebede kadar varlığını sürdüreceğinden, onun insan oğluna hem ezeli bir hitap, hem bir kitabı kainat oluşundan söz ediyoruz.

Kainattaki her bir oluşumun sebep, müsebbep ve müsebbibül Esbabın esmasının halk edişi ile meydana geldiğinden ve bunların hiçbirisinin diğerinden bağımsız olmayışının ne anlama geldiğini anlamaya çalışıyoruz.

Bir kainat kitabı olarak dünyadaki tüm kevni oluşumların Allah’ın ezel ve ebed kelamı niteliğindeki Kur’anda bulunduğunu, Kur’anı Kerimin bu yönü ile emsalsiz bir ezeli hitap olduğunu, çünkü “Vela Ratbin vela Yabisin İlla Fi Kitabül Mübin-Yaş ve Kuru ne var ise bu kitabın içerisinde vardır/yazılıdır/emri ilahisinin manasına uygun nasıl davranılacağını “güya” kavramaya çalışıyoruz.

Mesela Saba Melikesi Belkıs’ın Hazreti Süleyman Aleyhisselam ile olan münasebetini/hikayesini/ okumak ve o esnada meydana gelen harika/mucizevi ve belki de İlmi/ gelişmeleri ifade etmek, Kur’anı Kerimin ikili arasındaki ilişkiyi/dine, Allah’a davet etme/ hadisesini tekrar edip durmak pek hoşumuza gidiyor.

Ve hemen dönüp bizleri dinleyen muhataplarımıza bakınız Kur’anı Kerim nelerden söz ediyor. Hz. Süleyman ırk olarak Benu Yehuda mensuptu, ancak Kur’anın ifadesi ile o bir İslam Peygamberi idi ve insanları bir olan Allah’a davet ediyor, ilmin hakikatlerini araştırmayı istiyor, buna uygun çalışmalar yapıyor, sadece insanların dili ile değil, tabiattaki bütün hayvanların dili ile de konuşmayı biliyor, cinleri emrinde çalıştırıyor ve herkesin şu anda bile hayretler içerisinde kaldığı, her birisi tonlarca ağırlığında olan taşların, Süleyman Mabedinin yapılışında nasıl kullanılacağını gösteriyor/ emrediyor/ ve emri eksiksiz yerine getiriliyordu.

Hz.Süleyman bir seferden dönerken Hüdhüd isimli kuşu görememişti. Onun nerede olduğunu etrafındakilere sordu. Kimse nerede olduğunu bilmediğini ifade etti. Hz.Süleyman onun bu tavrına çok kızdı, gelince ona bu yaptığının hesabını soracağım dedi.

Az sonra Hüdhüd geldi ve hesaba çekildi. O, ey Peygamber ben senin emrine asla muhalefet etmedim. Gelirken çok zengin, çok gelişmiş, başlarında Hanım birisi olan bir kavme uğradım, onlardan sana haber getirdim dedi.

Bunun üzerine Hüdhüde Hz. Süleyman tarafından yeni bir görev verildi. Bizzat Peygamber Süleyman tarafından kaleme alınan bir mektup SABA MELİKESİ BELKİSE GÖTÜRÜLECEK VE ONUN DİNE/İSLAMA/GELMESİ İSTENİLECEKTİ.

Hüdhüd bu görevi yerine getirdi ve döndü. Onun altından bir tahtı vardı. Bu tahtın Belkis gelmeden Hz.Süleymanın sarayına nasıl getirileceği tartışıldı Süleyman ve yanındakilerce. İfrit ben onu en kısa süre içerisinde buraya getiririm dedi. Hz.Süleymanın yanında bulunan ve kendisine bir ilim verilen kişi de “ben onu göz açıp kapayıncaya kadar” buraya getiririm dedi ve bunu yaptı.

Yani Saba Melikesi Belkisin altından tahtı maddi olarak bir ilim sayesinde göz açılıp kapayıncaya kadar Hz. Süleymanın sarayına getirilmiş oldu.

Bunları anlatıyoruz ve “yaaaa görüyorsunuz değil mi, Allah’ın kelamı işte böyle ezeli ve ebedi bir hitaptır ve o hitap uyarınca biz Müslümanlara verilen görev şimdiye kadar hiç gerçekleştirilmeyen bir işi becermek/başarmak/ ve eşyanın bir yerden bir yere naklini sağlayacak ilmi inkişafa ulaşmaktır. Allah bizden bunu istiyor ve İnşallah Müslümanlar böyle bir şeyi başaracak diyoruz. Nasıl olsa biz Müslümanlarız ve Kur’an bizim kitabımız, o halde insanlık tarihinin en mükemmel buluşunu biz sağlayacağız” diyoruz.

İşte bu cümleden sonra içimiz öyle bir ferah fahur oluyor ve Müslüman olduğumuza bir kere daha binler şükürler ediyoruz.

Evet sıkı durun,

Bir kere daha kendimizi aldatmaktan çok ama çok mutlu oluyoruz.

Peki böyle bir ilmi inkişafa ulaşmak için ne yapıyoruz. Nasıl bir çalışma içerisindeyiz.

ARGE çalışmalarına ayırmış olduğumuz bütçemiz ne kadar?

4 Milyar dolayında bir bütçemiz var bizim. Bunun da büyük çoğunluğu personel giderlerine harcanıyor.

Bakın ABD de Üniversitelere ARGE çalışmaları için ayrılan bedel ne kadar.

Harvard Üniversitesi’nin 2011 yılında yalnızca bağış geliri 32 milyar 12 milyon 729 bin dolar.

US News And World Report dergisi bilgisine göre ABD’nin 10 üniversitesinin bütçeleri.

1. Harvard Üniversitesi: 32 milyar dolar 2. Yale Üniversitesi : 19 milyar 174 milyon dolar 3. Princeton Üniversitesi : 17 milyar 162 milyon dolar 4. Stanford Üniversitesi : 16 milyar 502 milyon dolar 5. Massachusetts Institute of Technology: 9 milyar 712 milyon dolar 6. Columbia Üniversitesi : 7 milyar 789 milyon dolar 7. Üniversitesi of Michigan : 7 milyar 725 milyon dolar 8. Üniversitesi of Pennsylvania : 6 milyar,582 milyon dolar 9. Üniversitesi of Notre Dame : 6 milyar 383 milyon dolar 10. Duke Üniversitesi : 5 milyar 747 milyon dolar

Almanyada geçen yıl sadece Özel Sektörün AR-GE(Arıştırma Geliştirme) faaliyetlerine ayırmış olduğu para, 53 Milyar 800 milyon Euro. Yani bizim eski para ile YÜZSEKSEN KATRLİYON.

İşte o nedenle en gelişmiş uçakları onlar yapıyor, uzaya onlar gidiyor, uzayın derinliklerinde ne var, ne yok onlar araştırıyor, Aya onlar ayak basıyor, Yeryüzünün derinliklerinde ilmi araştırmaları onlar yapıyor, Elektriği onlar buluyor, telefonu onlar icat ediyor, İnterneti onlar , Kuantum Fiziği kurallarınca, birlerce derece soğuğu muhafaza eden bilgisayarı onlar keşfediyor, cep telefonları onlardan, Face Book onların eseri, Twitterı , You Tubeu onlar vazgeçilmez şekilde dünya insanlığının hizmetine sokuyor. Garip ama gerçek, kimi gizli yanlarımız,onların yayını ile dünyada cevelan edince, kızıyoruz.

Cenabı Allah(c.c) hiç kimseye bizden daha fazlasını vermiş değil. Aynı dünyada, aynı şartlarda yaşıyoruz. Aynı toprakların çocuklarıyız, aynı yağmurun bitirdiklerinden yiyoruz. Ama ne yiyoruz, ama ne yiyoruz.

Daha önce birçok siyasete girme tekliğini elimin tersi ile iterken, 2002 de bu iş tamam, bizim inanç ve felsefemizin hizmet alanı açıldı, şimdi yola çıkma zamanı demiştim.

Hatırlayanlar bilir, hatırlamayanlara levhi mahfuz açılınca gösterilir, en önemli seçim sloganım, çok çalışacak, hiç çalmayacağız, Allah rızası için hareket edeceğimizden, göreceksiniz, birimiz bin olacak diyordum.

Şimdi dönüp bakıyorum, Allah(c.c) “Evlerinize kapılarından girin, biribirinizin gizli hallerini araştırmayın,tecessüs etmeyin, biri birinizin gıybetini yapmayın, böyle yaparsanız kardeşinizin ölü etini yemiş gibi olursunuz, bu hoşunuza gitmez değil mi,helal haram demeden mirası yedikçe yiyorsunuz, malı da pek çok seviyorsunuz, hayır hayır siz dünya hayatını tercih ediyorsunuz, oysa baki olan ahiret yurdudur” diyor ve biz günümüzün

Müslümanları bunların tam tersini yapıyoruz. Dünya üzerinde en yüksek kuleleri yapanlardan olduk. Kuş sütünün eksik olmadığı gökdelenlerimizde, samimiyetimle söylüyorum, şu anda dünya insanlığının hemen hemen hiçbirisinin yaşamadığı bir ihtişam içerisinde olmayı, taş taşa üstüne koyarak başımızın göğe eriştiğini zannediyoruz.

Yapalım, yapalım da bir de dönüp insanlığın neleri başardığına ve bizim onlardan fersah fersah, gün gün uzaklaştığımıza bakalım.

Firavun da Haman’a“hele bana kocaman kocaman kuleler yapın da Musa’nın Rabbine ulaşıp bakayım, ne istiyormuş” demiş ve kulelerini yükselttikçe yükselmişti.

Ama o Müslüman değildi, biz Müslümanız!!!

Başımızı kuma gömmeye sebep o kuleler sırtımızdaki kamburlardır.

Tekebbürümüz kulelerin isyan bayrağıdır.

Yıkılmadan başımızı kumdan çıkaramayız ve biz Müslüman olamayız.