ADALET MÜLKÜN TEMELİ! (II)

Evet, sevgili okurlar.

Yazımıza başlık olarak kullandığımız “ADALET MÜLKÜN TEMELİ” kavramı, tarihi ve inandığımız yüce dinimizin ana ilkelerinden birisidir.

Gerçekten hukuk olmasa, "insanlığın varlığı ve hayatın idame edilmesi" söz konusu olamaz…

Hukukun varlığı ve üstünlüğü, hayatın can damarıdır ve toplumun can suyudur.

Bu ter-û taze kavram, bu yüce mana, elbette ki ilahi kelam olan yüce Kur’an-ı Kerim’in önemli “hükümler” zinciri olan ayetlerin hulasasıdır.

Ve gerçek ilahi sistemin neticesidir.

Bu terû taze, pırıl pırıl güneş gibi parlayan ve ülkeleri, insanlığı aydınlatan inandığımız yüce dinin temelinden çıkıyor.

Her gün biraz daha parlayıp yeryüzünü aydınlatan bu hukuk anlayışı, yüce İslam’ın bir ifadesi ve gerçeğidir.

Ve insanlığın da neticesidir…

O olmazsa, insanlıkta olmaz..

***

Bir önceki günkü Söz Gazetesinin “MANŞETTEN” köşesindeki “TÜRKİYE’DE HUKUK VE ADALET SENDROMU” başlıklı yazıyı okuduk.

O paralelde dün “GÜNÜN YORUMU” köşesinde değindiğimiz gibi, bugün yine daha fazla bir biçimde açıklayıcı deliller ve bilgilerle sizinleyiz.

Gerçekten hukuk kavramının ana kural ve kaideleri tatbik edilmediği müddetçe, iş “hukuk” değil, “guguk”a dönüşür.

“Adalet” değil, “Felaket” olur, “Dalalet” olur, “Hukuka ihanet” olur.

Toplumsal günlük hayat akışları tersyüz edilir…

Olay ranta, çıkara, menfaate, yalana ve dolana dolaşır.

İşte kargaşa ve terör " hukukun guguklaşmasından" meydana gelir.

Sözüm ona savunma erki olan Avukatlık Sistemi, tamamıyla ranta dönüşür, kandırıcılık olur, hileli savunma şekli olur ve buna da “Bizans Oyunu” demekten başka bir isim bulamayız.

İster ülkenin tümü olsun veyahut coğrafik bir bölge olsun, her neresi olursa olsun, orada cirit atan batılı savunan, yanlışları meşrulaştıran, mağdurları daha fazlasıyla mağdur edip, zalim ve oyunbaz insanları kilit noktaya getirebilmenin ne yazık ki, yarışı yapılıyor.

Kim ne kadar sahtekârlık ve üçkâğıtçılıkla kendine fazla müşteri toplarsa, aldatıcı ve hileli “Bizans Oyunları”yla yola çıkarsa, kendi işini iş yapar.

Ama sonra da iş yapma yerine “çiş” yapar.

Yani ortalığı adeta ahlaksızlık alanı haline getirir…

Sanki insan yokmuş gibi hayvanlar var gibi işini iş yapan nice becerikli (!) hukukçular ortaya çıkar.

Ve buna da hukukçu deniliyor.

Mazisine bakacaksın…

Geleceğine bakacaksın…

Hali hazırdaki hal ve üslubuna bakacaksın…

Ama karşına koskocaman sahtekârlıktan başka bir şey çıkmayacak.

Ve buna da savunma erki denecek.

İşi gücü sadece sebepsiz zenginleşme ve zuladan para kazanma, hem de devlete zerre miktar o işin vergisini vermeden kayıt dışı para kazanma.

Bu savunma erkinde hileli, tuzaklı, aldatıcı yalancı tanıklar ihdas edilerek adeta iş dosyaları, kirli bilgilere donatılmış, şablonlaştırılmış, kalıplaşmış, kalibre haline getirilmiş, fitillemeye hazır bomba gibi “hukukun temeline” atılıyor ve hukuku gerçek manasından kaydırıyor.

“Hukuk” diyebilmek için bin tane şahit gerekiyor.

Tabii bunu söylerken de ranta dayalı belirli bir kesim avukatlık büroları var ve bu bürolar da bellidir.

Özellikle Diyarbakır’ımızda açık ve nettir.

Çok incelenirse, kökeni; gerek vekil ile müvekkil arasındaki illiyet rabıtası ta PKK’ya kadar dayanır.

Ve haksız yere “Bizans Oyunları”yla iş davasından elde edilen bu rant, dolaylı yollardan dağdaki hainlere kadar ulaşabiliyor.

Veyahut gönül bağıyla bağlı olup, oraya gönderme şaibesinden kendilerini kurtaramıyorlar.

Çünkü yakından takip ettiğimiz bazı dava dosyalarındaki davacıların ya çocukları, ya yakınları dağda olup ya ölmüşler, ya da hala Türk askerlerine karşı silah kullanıp nice ana-baba kuzularını şehit ederek, birçok Anadolu ailelerinin ocağına kor ateşi düşürüyorlar.

Biz bunu söylerken, elbette ki tümüne değil bu küllün içinde cüz’ün varlığı söz konusudur.

Özellikle Diyarbakır’da bazı baro avukatlarının durumları incelendiği takdirde, söylediklerimiz açıkça ortaya çıkacaktır.

Dünkü yazımızda da belirttiğimiz gibi;

Yıllar öncesinde “hukuk, avukatlık ve savunma erki” adı altında Diyarbakır Barosunun Başkanlığını sürdüren bugünkü İstanbul CHP milletvekili Sezgin Tanrıkulu’nun biyografisi incelenirse, her şey ortaya çıkar.

Nitekim Sezgin Tanrıkulu’nun kendi içinde bulunduğu partisinin bazı milletvekillerinin isnatlarına dayanarak söylüyoruz.

Ki Türkiye’nin ekmeğini yediği halde, CIA ajanı olarak nitelendirilmiş ve ödül almış bir insan.

Ne yazık ki hala Diyarbakır Barosunda da aynı anlayışın bazı uzantılarının varlığı söz konusudur ki bu çok büyük bir tehlikedir.

Adalet Bakanlığı’nın mutlaka bu işe el atması gerekir.

“Türk Hukuk Sistemine gölge atılmasın” diye bazı temizlikler yapılması gerekir.

Ve hala da bu Baronun bazı mensupları, özellikle iş davalarının peşine düşenlerin önemli kesimleri, aynı o anlayış içinde olduklarını düşünmemek elde değil.

İşte o avukatlar “iş adamlarından ne kadar para koparırsak kardır ve çevresini daha fazlasıyla memnun eder” gibi düşüncelerin varlığı söz konusudur.

Biz bunu yakından biliyoruz.

Ama aynı bu anlayışın peşinde olanlar kayıt dışı büyük çapta vergi kaçırarak, zuladan para kazanabiliyorlar.

Vergi dairesinin uzmanları, denetmenleri nerede?

Bu işte “danışıklı dövüş” gibi “davacıyla tanık” arasındaki illiyet bağı, ikisi de aynı firmaya, aynı anlayışla davacı oluyor, dava dosyasını açıyor, ama “Bozacının şahidi şıracıdır” misaliyle gâh birileri davacı oluyor, gâh birileri de tanık oluyor.

Ama bakıyorsun ki tam tersine şahit olan, ertesi gün davacı olmuş, davacı olan da diğer arkadaşına şahit olmuş.

Yani müteselsilen birbirleriyle ters düşüyor ve zuladan para kazanılıyor.

“Mağdur olanın da boynu kopsun” misaliyle, büyük çapta vurgun ve vurdumduymazlık var.

Bu itibarla yazdıklarımızın suç duyurusu olarak kabul edilip, gereğinin yerine getirilmesi gerekir…

Çünkü, peşine düşen insanların çoğunun dava dosyaları hala derdesttir.

En derin saygı ve sevgilerimle...