TÜRKİYE, BU ANAYASAYLA NEREYE GİDİYOR?! (II)

Evet, sevgili okurlar.

“TÜRKİYE, BU ANAYASAYLA NEREYE GİDİYOR?” başlıklı yazı serimizin ikincisiyle, sohbetimize devam ediyoruz.

Türkiye’nin, cihanşümul büyük Osmanlı Devletinin devamı olduğunu inkâr edemeyiz.

Millet olarak da, Osmanlı torunlarıyız.

Bu asaletimizi inkâr edenler bu devletin ve bu ülkenin dostu olamazlar.

Olsa olsa piyon ve bazı batı emperyalizmin ajanları olabilirler.

İsmi ne olursa olsun.

İster Ali, ister Veli, ister Mustafa, ister Kemal olsun…

Her ne olursa olsun…

Büyük Osmanlı hilafetinin devamı olarak kendini görmeyen ve buna inanmayan birisi hiçbir zaman devlet adamı olamaz ve devleti de yönetemez.

Cumhurbaşkanı Sayın Recep Tayyip Erdoğan, bunu bildiği için Osmanlının izinde yürümektedir.

Nitekim faaliyetleri de, kendisini gösteriyor.

Osmanlının izinde yürüyen bir devlet adamı, kesinlikle Allah onu mahcup etmez ve o yörüngeden de çıkarmaz…

Eninde sonunda zafere ulaşacaktır, başarıyla yoluna devam edecektir.

***

Zira İslam ülkelerinin başlıca yönetim şekli iki şeye bağlıdır.

Birisi İstiğlaf.

Yani hilafet-i İslamiye’yi temsil etmek…

Hilafet anlayışına sahip çıkmak…

İkincisi temekkün, yani yerleşim.

İnanan bir İslam devleti olabilme biçimidir.

Bakıyoruz ki Osmanlı devletinin birinci padişahı Osman Gaziden tutun da, Mehmet Fatih’e kadar.

Hep başarıyla dünyaya meydan okumuşlar…

Kendi milletinin de hizmetkarları olmuşlardır.

Bu hizmet, az öz bir hizmet değildir…

O devlet büyüklerinin yegâne hedefi şeair-i İslamiye denilen İslam’ın ana ilke ve kurallarını ikame etmektir…

Yani ayakta tutabilmektir.

Onlara layık bir evlat olma mücadelesidir…

Allah’a karşı ihlasla İslamiyet’i Allah’ın yoluna sürüklemek ve Kur’an hükümlerinin hâkimiyetini sağlamaktır.

Onlar ne kadar bu anlayışla halka teveccüh göstermişse, Allahû Teâlâ da onların bu anlayışı paralelinde gerçekten 624 sene yeryüzüne hükümran kıldı…

Şeair-i İslamiye’yi kabullendirdi.

***

Eğer İslamiyetle tanışılmamış olunsaydı..

O'nu yaşamamış olsalardı, Osman Gazi’den Fatih’e kadar devleti yönetemezlerdi..

624 sene hükümranlığı elde tutamazlardı.

Bu itibarla hiç unutmayalım ki bu işin başında İstanbul’u fetheden ve Hz. Muhammed (S.A.V)’in işaretine mazhar olan Fatih Sultan Mehmet gelmektedir.

İstanbul’u kısa bir sürede fethettiğine göre demek ki İslam’ın ana çizgisi olan, İslam’ı yeryüzünde üstün kılmak ve Hz. Muhammed (S.A.V)’in sünnetlerini toplumun her kesimine götürebilme başarısıdır…

Böyle olunca da mülk-u millet devam etmiştir.

Zira sünnet-i rabbaniye denilen Kur’an gerçeğini halkına nüfuz ettirmiş ve İslam şuurunu yeniden kazandırmıştır..

Bu itibarladır ki Allahû Teâlâ Nur suresinin 55. Ayetinde bunu emrettiği gibi, teyyitte ediyor.

Ve güçlenin diye de uyarıyor.

Ayetin meali aynen şöyledir;

“Allah, içinizden, iman edip de salih ameller işleyenlere, kendilerinden önce geçenleri egemen kıldığı gibi onları da yeryüzünde mutlaka egemen kılacağına, onlar için hoşnut ve razı olduğu dinlerini iyice yerleştireceğine, yaşadıkları korkularının ardından kendilerini mutlaka emniyete kavuşturacağına dair vaadde bulunmuştur. Onlar bana kulluk eder ve bana hiçbir şeyi ortak koşmazlar. Artık bundan sonra kimler inkâr ederse, işte onlar fasıkların ta kendileridir”

***

İşte böylesine bir ayet, müşrikleri Fatih’lere karşı zillet ve meskenetten kurtarmamıştır.

Eğer hilafet ve temekkün adresini Osmanlıda aramasak, büsbütün davamızı kaybetmekten kurtulamayız.

Bu ayet-i celile zaten tüm çıplaklığıyla gerçekleri bize anlatıyor.

Ve unutmayalım ki Osmanlının 624 sene gibi bir hükümranlığı bunun öncülüğünü yapıyor.

Dahası Osmanlı devleti Allah’ın dinine sarılmakla yüzlerce yıl öncesinde kendini o safa sokmuştur.

Tüm bu söylediklerimizin ve özellikle Nur suresinin 55. Ayetinin direktifi doğrultusunda yaşayan bir milletin fetihleri kaçınılmazdır.

Bu nedenledir ki “Hac” suresinin 40 ve 41. Ayeti nerdeyse “Nur” suresinin 55. Ayetinin ta kendisini anlatmaktadır.

Kesinlikle Allah’a yardım edenlere Allahın da yardım edeceği müjdesini veriyor.

İşte bu her iki yüce ayetin meali aynen şöyledir;

“40- Onlar, haksız yere, sırf, “Rabbimiz Allah’tır” demelerinden dolayı yurtlarından çıkarılmış kimselerdir.

Eğer Allah’ın, insanların bir kısmını bir kısmıyla defetmesi olmasaydı, içlerinde Allah’ın adı çok anılan manastırlar, kiliseler, havralar ve mescitler muhakkak yerle bir edilirdi.

Şüphesiz ki Allah, kendi dinine yardım edene mutlaka yardım eder. Şüphesiz ki Allah, çok kuvvetlidir, mutlak güç sahibidir.

41- Onlar öyle kimselerdir ki, şâyet kendilerine yeryüzünde imkân ve iktidar versek, namazı dosdoğru kılar, zekâtı verir, iyiliği emreder ve kötülüğü yasaklarlar.

Bütün işlerin âkıbeti Allah’a aittir”

* * *

İşte Erdoğan, bu ayetlerin cevherleri gölgesinde yürümektedir ve yürümesini de bildiği için dünyaya meydan okuyabiliyor.

Bu itibarladır ki Bediüzzaman Hazretleri şöyle diyor;

“İman, hem nurdur hem kuvvettir.

Hakiki imanı elde eden adam bütün kâinata meydan okuyabilir”

İşte Erdoğan’ın da stratejisi budur.

Zira İslam ve dünya tarihi tespitlerine göre beşeriyet tarihi boyunca cemaat olarak istikametini gerçekleştirmiş.

Onun için AB'ye seslenen Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan şöyle diyor;

“650 yılı aşkın süredir Avrupa'da varız ve var olmaya devam edeceğiz.

Bizi oradan kovmaya Avrupa devletlerinin gücü yetmez.

Ülkemize karşı anlamsız husumeti bir tarafa bırakırlarsa AB'ye tam üye olmaya hazırız.

Vize serbestisi, mülteci yardımı, fasılların açılması konusunda adımlar atılırsa biz de iyi niyetimizi göstereceğiz.

Bize ne verirseniz, o kadar alırsınız.

Artık o dönem bitti.

Tek taraflı adım atma dönemi bitti?"

Yani, "Ne kadar ekmek o kadar köfte…” 

En derin saygı ve sevgilerimle.

Hayırlı Cumalar.