BİR DERNEKTEN ÖTE

Dün Türkiye Dil ve Edebiyat Derneğinin Ankara Şubesinin tertiplediği toplantıya katıldım. Bu derneğin Genel Başkanı Ak Parti Ar-Ge den sorumlu Genel Başkan Yardımcısı Ekrem Erdem bey.

Ekrem bey, dil ve edebiyat ile ilgili olarak güzel bir sunumda bulundu.

Derneğin kuruluş amacı, isminden de anlaşılacağı üzere, bu ülkede yaşayan bütün dillerin dilimize, edebiyatımıza olan katkılarını araştırmak, geliştirmek ve gelecek nesillere zengin bir kültür hazinesi bırakmak.

Ekrem bey sunumunda; Dil’den ve Edebiyattan söz etti, dilin kimlik olduğunu, herkesin kendi diline, kültürüne, sahip çıkması gerektiğini söyledi.

Eğer bizler dilimize, kimliğimize sahip çıkmaz isek, bütün benliğimizi kaybederiz dedi. Bakın caddelere çıkın, bu sadece Ankara için değil, Türkiye’nin her yeri bakımından caridir/geçerlidir/. Dükkanların üzerindeki tanıtıcı levhaların/tabelaların/ nerede ise yüzde sekseni yabancı bir dilden alınma tabir ve deyimlerden oluşmakta. Bu büyük bir yozlaşmadır. Bunu kabul etmemiz mümkün değildir.

Eğer tedbir alınmaz ise, her geçen gün dilimizde büyük gedikler açılacak ve bir gün gelecek çocuklarımızın nece bir lisanla konuştuklarını anlayamayacağız.

Bir insan kendi kültürünün gerektirdikleri, harsının öğrettikleri, doğru lisan ile konuşmaz ise, o insanın geleceği yoktur. Bizim mazimiz ile olan irtibatımızı en güzel bir şekilde temin eden dilimizdir. İrfanımızdır. Biz, milletimizi maziden alıp bugünlere getiren ve geleceğe taşıyacak olan dilimizi en güzel bir şekilde kullanılmasını temin etmekle mükellefiz. Hemen her büyük millet başka dillerden esinlenebilir, onlardan bazı kelimeleri almış olabilir. Ama aynı zamanda başka dillere de kelimeler, deyimler verir. Eğer siz üstün bir millet olmak istiyor iseniz, dilinizi geliştirmek ve bu gelişen dil ile büyük bir kültür, medeniyet tesis etmek zorundasınız.

Dilini, kültürünü geliştiremeyen milletler, hiç kuşkusuz kültürel gelişmelere de bigane kalır. Bu durum bizi maddi anlamda da geriliğe iter.

Şimdi size sorsam en büyük dil hazinesine sahip dil hangisidir, birçoğunuz İngilizcedir diyeceksiniz. Evet İngilizler bir zamanlar 3000 veya bilemediniz 4000 kelime ile konuşur iken, büyük bir yayılmacılık harsı ile yollara düştüler ve dünyanın dört bir yanındaki insanlarla özellikle ticari ilişkiler kurdular. Bu yetmezmiş gibi bilgisiz, cahil buldukları o insanlara elma şekeri vererek, elmaslarını alıp ülkelerine taşıdılar.

Bu zenginlik kaynakları onları araştırmalar yapmaya, yeni buluşlar elde etmeye sevk etti. Elde ettikleri her yeni buluşla, dillerini başka kültürlerin dillerinden de yararlanarak geliştirdiler ve bugün dünyanın hemen her yanında resmi anlamda konuşulan bir dil haline getirdiler. Dil konusunda İngiliz Milletinin elde ettiği başarı, aynı zamanda onları her alanda bir dünya hakimiyetine yöneltti.

Fakat bilmenizi isterim ki, Türk dilinin hiç de ondan kalır yanı yoktur. Bugün dilimize girmiş olan yabancı kelimelerin muhakkak dilimizde karşılığı vardır. İşte şu yapmış olduğumuz toplantıya sempozyum ismini vermişiz. Bundan büyük hata olabilir mi? Sempozyum kelimesinin karşılığı olan Şura kelimesi daha güzel değil mi? Bence Şura kelimesinin kulağımızda bıraktığı tadı sempozyum kelimesi bırakmıyor. Evet Şura kelimesi de köken olarak Arapçadır. Ancak Arapça bizim yabancımız bir dil değildir. Dinimizin dili olan Arapçadan alınan bu kelime Türkçeleşmiştir ve hepimizin anlayacağı bir anlam yüklenmiştir. Şimdi bunu bırakıp bir anlamda ukalalık olsun diye Şura yerine Sempozyum demenin bir alemi var mı?

Bakın dilimiz aynı zamanda irfanımızın ifadesidir. Konuyu anlatan güzel bir örnek var elimizde.

Padişah yanında Veziri olduğu halde bir kış günü dere kıyısında deri tabaklayan bir köylüye rastlar. Kim olduğunu belirtmez. Deri tabaklayan insanlara biz eskiden debbağ derdik. Köylü elindeki deri parçasını bir o yana, bir bu yana çalmakta, derinin kendisine has kokusunu temiz su ile gidermeye çalışmaktadır.

Padişah sorar ey köylü ne yapıyorsun öyle. Köylü, görüyorsun ya Ulu Sultanım deri temizliyorum.

Padişah, ilk altı güzel yetmedi mi ki, ikinci altıya kaldın.

Köylü, altıyı altıya çaldım, otuz ikiye yetiremedim der.

Peki sana bir kaz versem yolar mısın diye sorar Padişah.

Hem de nasıl sultanım, bu soğuk günlerde bana vereceğin kazı viyaklatarak derisini soyarım demiş.

Olay yerinden ayrılmışlar.

Vezir Padişaha dönmüş, vallahi hiçbir şey anlamadım efendim, ilk altı neydi, ikinci altı ne, köylü niye altıya altıya vurmuş da otuz iki etmemiş, senin vereceğin kazı niye viyaklatarak soyacakmış diye sorar.

Padişah sorunu çözersen sana kese kese altınlar veririm demiş.

Vezir bu olayı çözse, çözse dere kıyısındaki ihtiyar köylü çözer demiş.

Köylüye varmış, ya efendi, biraz önce beraber geldiğimiz kişi ile konuşurken ona niye sultanım dedin, o kişinin sultan olduğunu nereden bildin diye sormuş.

Yaşlı köylü sorunu cevaplamam için bir kese altın vermen gerekiyor demiş. Vezir bir kese altını çıkarmış köylüyü uzatmış ve köylü Vezire cevap olarak, yanındaki kişinin üzerindeki kürkten kaftanı görmedin mi, bunu giyse giyse sultanlar giyer, o nedenle onun verdiği selama karşılık verir iken Sultanım diye başladım demiş.

Peki altı güzel yetmedi mi ki, altı çirkine kaldın sorusuna, altıyı altıya vurdum, otuz ikiye yetmedi, bu ne anlama geliyor?

Yaşlı köylü bir kese altın daha verir isen bunun da cevabını sana veririm demiş.

Vezir bir yüzü güler, bir yüzü ağlar vaziyette bir kese altını daha köylüye uzatmış.

Köylü “Padişah bana ilk altı güzel yetmedi mi ki, çirkin altıya kaldın deyince, sen neden yazın güzel altı ayını boşa geçirdin de böyle kış mevsimine deri temizlemeye kaldın diye sordu. Ben de yazın güzel 6 ayında çalıştım, yetmedi, mecburen kışın 6 ayında da çalışmak zorunda kaldım. Çünkü evde benim gibi otuz iki dişini doyurmak zorunda olduğum evladü iyal var. O nedenle kışın bu zor günlerinde de çalışmak zorundayım dedim.

Peki sana bir kaz göndersem yolar mısın deyince sen de hem de ciyaklatarak diye cevap verdin. O ne anlama geliyor diye sorar.

Köylü çıkar bakalım bir kese altın diye vezire elini uzatır. Vezir bunca mihnete katlandım, bari onun bu isteğini de yerine getireyim de, dönüp Padişahımdan büyük hediyemi alayım der.

Son kese altınını köylüye uzatır.

Köylü o kaz işte sensin.

Padişah seni bana gönderdi, böylece elinde neyin var, neyin yok aldım. Hadi şimdi git kaybettiklerini kazanmaya bak.

Bir arkadaşımız derneğin isminin Türk değil de Türkiye olması sebebiyle, Türkçeden başka diller bakımından da bir çalışma olacak mı, bu yönde bir gayret gösterilecek mi diye Ekrem beye sordu. Ekrem bey de pek ala bu yönde çalışmalar yapılmasının zamanla mümkün olacağını, hatta Ehmede Hane gibi büyük Kürt yazar ve ediplerinin eserlerinin bir iki oturumla anlatılmasını önemsediklerini beyan etti ve bakın burası asla ırki özelliği ağır basan bir dernek değil, çünkü daha derneğin kuruluşu esnasında Türk değil de Türkiye tabirini derneğin başına bilerek koyduk diye cevapladı.

Ben de verilecek Osmanlıca dersinin Süleymaniye kütüphanesinde 300 bin el yazması eserin okunmasına vesile teşkil etmesi dileğimi ilettim. Bu kütüphanede olan eserlerden birisinde ünlü dil bilgini Ebul İz’in motor yapımı ile ilgili çalışması olduğu, tam teşekküllü bir motorun plan ve projelerinin eserler içerisinde bulunduğu ifade ediliyor. Buradan mezun olacak arkadaşlar söz konusu eserlere bir el atar da bu eserler günümüz Türkçesine aktarılır ise, ecdadımızın hiç de boş durmadığı, bugünün kültür ve medeniyetine olan katkıları ortaya çıkar diye temennide bulundum.