DEVİR ÜLKE İÇERİSİNDE SİLAHA HAYIR DİYOR

Dün Cumhuriyet bayramını kutladık. Kuruluşunun yüzüncü yılını kutlamaya 9 sene kalmış. Allah nasip ederse, bizim yaşlarımızdaki insanların bile çoğu Cumhuriyetin yüzüncü kuruluş yılını görmüş olacak.

Biz Cumhuriyet Baryamını törenlerle kutlarken, aynı zamanda koca bir İmparatorluğu geride bırakmış olmanın da sevincini taşıyor bir çoğumuz. Hakikaten koca bir imparatorluğu geride bırakmanın sevinilecek yanı var mı? Düşünsenize yirmi Türkiye büyüklüğünde bir İmparatorluğu geride bırakmış, adeta kolları, ayakları kesilmiş bir vaziyette Anadolu topraklarına sığınmak zorunda kalmış bir ülke, Cumhuriyeti kurmakla sevinmeli mi, yoksa adeta kör kötürüm hale gelmiş olmakla hüzünlenmeli mi? Osmanlı İmparatorluğu gücünün doruğunda olduğu 16. ve 17. yüzyıllarda üç kıtaya yayılmış ve Güneydoğu Avrupa, Orta Doğu ve Kuzey Afrika'nın büyük bölümünü egemenliği altında tutmuş. Ülkenin sınırları batıda Cebelitarık Boğazı ve 1553'te Fas kıyıları'na, doğuda Hazar Denizi ve Basra Körfezi'ne, kuzeyde Avusturya, Macaristan ve Ukrayna'nın bir bölümüne ve güneyde Sudan, Eritre, Somali ve Yemen'e uzanmaktaydı. Osmanlı İmparatorluğu 29 eyaletten ve özerlik tanınmış olan Boğdan, Erdel ve Eflak prensliklerinden oluşmaktaydı. Devlet zaman zaman denizaşırı topraklarda da söz sahibi olmuştur. Atlantik Okyanusu'ndaki kısa süreli toprak kazanımları Lanzarote(1585), Madeira (1617), Vestmannaeyjar(1627) ve Lundy(1655) bu duruma örnek olarak gösterilebilir.

Evete Osmanlı sahip olduğu İslam İman ve İnancı ile nerelere ulaşmış iken, biz neredeyiz. Sera ile Süreyya.

Maalesef şimdiye kadar bu hiç yapılmadı, yapılacak gibi görünmüyor da, bu kadar büyük toprağı biz neden kaybettik, niçin kaybettik? Yakın zamanlara kadar ağza alınmayacak soysuzlukta küfürleri bu toprakları kazanan insanlara neden yönelttik? Elbette bir kısmı şimdi yabancı ellerin topraklarında yatan bun insanlar mezarlarında dönüp de bizlere, “bunlar ne yoz insanlarmış ki, kendilerine vatan yaptığımız toprakları hem

kaybettiler, hem de kalkmış bize mide bulandıran hakaretleri sıralıyorlar” demiyorlar mı zannediyoruz.

Şimdi birileri dönüp de Osmanlıyı son savaşa biz mi soktuk, bizim kusurumuz ne diyebilir? Doğru biz Osmanlıyı savaşa sokmadık, fakat bize Cumhuriyeti kurduğunu söyleyen elit kesimin sahip olduğu yenilikçilik mantalitesi ve bu mantalitenin doğurduğu geçmişe ait her şeyin red ve inkarı, imparatorluğun temellerinin sarsılmasına sebep oldu, onların dediklerinin tam tersi şeyleri yapmanın gerekliliği topluma önü alınmaz, altından kalkılmaz büyük maliyetler getirdi.

İmparatorluk İslam temelleri üzerine bina edilmişti. İslamın kurallarının geçerliliği olmaz ise olmaz dayanak noktası idi. Her şey hak ve Adalet üzerine tesis edilmeye çalışılıyordu. Osmanlıların en üst kademesinde görev yapan memurları, orta halli bir Anadolu insanı gibi yaşıyor, keyfe, debdebeye önem vermiyor, asıl olanın ülkenin ihtişamıdır ve ilayı kelimetullahın dünyanın her yerine ulaştırılmasıdır felsefesinden hareketle işlere nizam vermeye çalışıyorlardı.

Yukarıda sınırlarını belirtmeye çalıştığım toprakları bu insanlar hilafete katarken, bir tek niyetleri vardı. Yaptığımız işlerden Allah razı mı? bu soruyu kendilerine soruyor ve ona göre davranıyorlardı. Yoksa şu anda Anadolunun 20 misli büyüklüğündeki toprakları hilafete katmak ve onların idaresini sağlamak öyle kolay bir iş değildi.

Bu konuda daha çok şey yazılır, yazılmalı da. Cumhuriyet kutlamaları yapılır iken, bize düşen kaybettiğimiz topraklardan geriye kalan üç arşınlık Anadolu üzerinde ohhh ne güzel oldu diye tepinmek değildir.

Kaybedilen topraklar için hüzünlenmektir, üzülmektir bizlere düşen. Ben hiç kuşkusuz bunu bir emperyal bir düşünce ile

söylemiyorum. Bakın Osmanlının kaybettiği topraklar üzerinde şimdi kimler at oynatıyor, matruşkalardan ne bebekler çıkarıyor.

Biz Cumhuriyeti kurmanın verdiği keyifle geçmişi bir kalemde çizip atarken, bugünlere gelişimizdeki pespayelikten kurtulmanın hesabını yapmıyor ve başımıza ne tür çoraplar örüldüğünü maalesef görmüyoruz.

Evet biz Cumhuriyetin yüzüncü yılını kutlamak üzere rahvan atlar gibi koşturur iken, birileri son vatan toprağı üzerinde bitip tükenmek bilmeyen hesaplarını her gün yeni bir versiyonu ile önümüze koyuyor.

Bu oyuna gelmemenin yolu, hak ve adalet ile hükmetmek ve onun gereklerini yerine getirmektir.

Bir Kürtçe televizyonun başımıza ne işler aşacağı konusunda kimler neler yazdı neler. Ama ne oldu.

Hala buna benzer kendimize özgü faydacılık anlayışı ile başkasının hakkını görmüyor, hukukunu gözetmiyoruz.

Hayırlı işlerde acele edin diyen bir Peygamberin ümmeti olarak, biz hayırlı işlerde ne kadar gecikirseniz kardır anlayışsızlığını şiar edinmiş bir vaziyetteyiz. Görmüyor, düşünmüyor, akletmiyoruz. Summun, bukmun,Umyun fehum la yakilivn. Hep böyle sağır, dilsiz, kör ve akılsızca mı yol almaya çalışacağız. Biz 100 metre yolu bile gözlerimizi kapatarak yürüdüğünüzde, kesinlikle istikamette olamayız. Hal böyle iken sürekli gözünü kapatan dünyayı kendisine kör eder kuralı almış başını gidiyor. değil mi?

Üstad Bediüzzaman bu son insanlık devri, elde silahla hareket etme devri değildir, medenilere galebe ilimle, irfanla olacak

demiş ve insanlık aleminin bütününü şu beş devirde mütalaa etmenin mümkün olduğunu belirtmiş.

Bunlar kısaca şöyledir:

1) İlkel hayat (vahşet ve bedevilik) devri.

2) Kölelik (memlûkiyet) devri.

3) Esirlik devri.

4) Ücretcilik devri.

5) Serbestiyet (liberal) ve malikiyet devri.

Bizler şimdi şu beşinci devirdeyiz. İşlerimizi buna göre tedvir edersek, elimizde kalan şu son vatan toprağını tahkim edebiliriz. Yoksa, yok.