ATATÜRK TÜRKİYE’SİNDE İSLAM DURUŞU!

Evet, sevgili okurlar.

“GÜLHANE HATT-I HÜMAYUNU” başlıklı dört günlük sohbetimizin bir hulasası ve özeti olarak bugün “ATATÜRK TÜRKİYE’SİNDE İSLAM DURUŞU” başlıklı yazımızı siz değerli okurlarımızla paylaşmak istiyoruz.

Evet...

“Atatürk Türkiye’sinde İslam Duruşu” gerçekten “Gülhane Hatt-ı Hümayunu” kavramı gibi tarih boyunca bu minvaldeki kavramlar hep tersyüz edilmiştir…

Muhafazakârlık ve İslam’ın güzel kavramları kullanılmış…

Zamanı gelmiş halkın inancının yegâne dayanağı olan yüce İslam dini siyaset odaklarına dayanak olarak gösterilmiş.

Ama heyhat!

Gün gelmiş, özüyle-sözü birbiriyle uyuşmamış...

Kavramlar, kelime telaffuzu olarak bir tarafta, uygulama tam tersine başka bir mecrada olmuş…

Tıpkı,“Gülhane Hatt-ı Hümayunu” anlam ve uygulaması gibi..

Hep birbiriyle ters düşmüş…

Ve halk, bu kavram zıtlığı karşısında hep "hayal kırıklığına" uğramıştır...

Kutsanan kutsallar, ne yazık ki günü gelmiş, halkın beklentileri doğrultusunda uygulanmamıştır.

Muallakta ve havada kalan bu kavramlar, Müslümanlara ve İslam dünyasına ve Türkiye’mize gerçekten çok ağır faturalara neden olmuştur…

Büyük bedeller verilmiş olmasına rağmen, ne yazık ki aranan bulunmamış ve hedef yakalanmamış…

Sadra şifa vermemiştir..

Ama yüce İslam dini tüm bu sıkıntı ve çilelere rağmen, dimdik ayakta kalmış ve dik durmuş, eğilmemiştir.

Ona inanan ve bağlı kalan bir ümmet potansiyeli, günümüze dek onu kutsamış, dua dayanağı yapmış ve hiçbir batıla inanmadığı gibi boyun da eğmemiştir.

Ama tek bir şey var; o da şu..

Günü gelmiş, kendini Müslüman olarak göstermeye çalışan, nice korkak, kendini beğenmiş zevat olmuştur…

Bu şahsiyetler, “Müslüman” olmak istemiş ise de ama ne yapacaksın fikriyatiyla, İslam’la uzaktan yakından hiçbir alakası olmamıştır.

Elinden geldiği kadar, oldukça İslam’ı tersyüz etmiştir..

O din-i mübin-i İslam’a riyakarlık da olsa sahip çıkmaya çalışmış ise de, ancak o yüce İslam ona sahip çıkmamıştır.

Çünkü bütün kural ve kaidelerle tespitler doğrultusunda gerçek Müslüman olmadığı anlaşılmıştır…

Gelecek için, makam için, mevki için, kişisel rant için kendini bir yerlere pazarlamak istemiş ise de bu halkı bir türlü inandıramamıştır.

Halk nezdinde, bu tür davranışların İslam’da yeri olmadığı biliniyor, olsa olsa Müslümanlık kisvesi altında münafıklık ve gösteriş olarak telakki edilmiştir.

Yani her ne kadar bu vakii hareket içerisinde müspet bir dine intisap etmek istemiş ise de hilekârlığını ve yenikliği kendini ele vermiştir.

İhlaslı ve çok temiz bir varlık olarak kendini göstermiş ise de kesinlikle bu dinden çıkmıştır.

Öbür tarafa bakıldığında adam dosdoğru “Ben Atatürkçüyüm, ben laiğim, ben çağdaşım, ben yüce İslam dininin ana kural ve prensiplerine inanmıyorum” diyerek kendi gerçek kimliğini göstermiştir…

Ve böylece bu ahlaksızlığını bir beceri, bir hüner olarak millete lanse etmek istemiştir…

Ki kötü niyetli bir yaratık olduğu da gözden kaçmamaktadır…

Tarih boyu bu halk böylesi deneyimlerden geçmiştir..

Nitekim hala da ülkemizde birileri “Ben Atatürk’ün Türkiye’sinde yaşıyorum, İslam’la bir alakam yoktur” diyebiliyor.

Bunu söylemesi, bize göre o sinsice uğraşan ve İslam’a uymayan kesimden daha az kötüdür..

Hele ki, tehlikesi ve yaratabilecek tahribatı daha azdır.

En azından inanmayan bir kâfir ise de münafık değildir.

* * *

Bakınız, sevgili dostlar.

Bu sohbetimizde de yine Halil İnalcık’ın eserinden bir iki paragrafı sizinle paylaşmak istiyorum.

Çok önemli kavram tespitleri var…

Hukukumuzu da ilgilendirir, hukukçularımızı da ilgilendirir.

“Mustafa Kemal Atatürk önderliğinde bağımsızlık savaşının tüm aşamalarını gözden geçirmek olanaksızdır.

Bağımsızlık savaşı…

Atatürk ve Cumhuriyet Türkiye’si ancak Osmanlı devleti ile toplumunun son iki yüz yıllık tarihi gelişimini, başka bir deyişle uzun süreç kapsamında açıklanabilinir.

Osmanlı devletinin son iki yüz yıllık değişim ve dönüşümü 1923’te Cumhuriyetin ilanı ile noktalanmıştır.

1700’lü yıllar ile 1923 dönemi bu radikal devrimle son buluyor…

Türk tarihi yeni bir oluşum içine giriyor.

Bugün Türkiye, bu yeni dönemin uzun süreci içindedir.

Atatürk devrimi ve tek partili dönem…

1919 ve 1946 Demokrat Parti önderliğinde liberal tepki ile belirlenen çok partili dönem…

Darbeler…

Demokrat Parti ve onu devam ettiren partiler…

1960, 1971, 1980 askeri darbeleri..

28 Şubat 1997…

Ve 15 Temmuz kanlı darbe girişimi…

Gelenekçi-İslamcı tepkinin güçlendiği dönemlerdir bu dönem!…

Refah Partisi 1996, 1997 ve içinde bulunduğumuz dönem, bu sürecin başlıca dönüm noktalarıdır.

Bu yeni sürecin ne zaman köklü bir dönüşümle noktalanacağını kestirmek güçtür.

Kesin olan şey, içinde bulunduğumuz sürecin dinamizmini Atatürk devriminin belirlediğidir.

Türk tarihinin bu yeni döneme dinamizmini veren büyük liderin kişiliği Atatürk devriminin felsefesi ve getirdiği dönüşümün gerçek tarihi karakteri bu yazının konusu olacaktır.

Toplumumuzda Atatürk devrimi ile ona karşı ortaya çıkan tepkinin dramatik bir boyuta eriştiği bugün iki tarafın görüşlerini karşılaştırmak da tarihçi için bir sorumluluktur.

Bu sürecin incelenmesinde tarih metodolojisi izlenebilmelidir.

Başka bir deyişle her olay ve her gelişim kendi tarihi koşulları içinde değerlendirilmelidir.

Atatürk’ün kişiliğinin, sözlerinin, kararlarının, devrimlerinin, yeni kurul ve kararlarının belli zamanlarda belli koşulların etkisi altında nasıl ortaya çıktığının ve nasıl belli bir biçim ve yön aldığının objektif bir şekilde açıklanmasına çalışılmalıdır?..

Tarih süreci ve koşulları göz ardı eden kimi yazarlar için 1919’da Erzurum Kongresindeki Mustafa Kemal, 1923’te Cumhuriyeti ilan eden Gazi ve daha sonra devrimleri gerçekleştiren CHP Başkanı aynı adam değildir.

Bu yüzden sözde tarihçiler yazılarında çelişkilere düşmüş ve devriminin tarihini yazmada şu aşamaların ayrı ayrı belirlenmesi gerekmelidir.

Birinci aşama kuşkusuz Mustafa Kemal’in milli direnişi örgütleme, TBMM’ni açma ve Sakarya Zaferleriyle sonuçlanan aşamadır.

Tarihte unvanlar, kişilerin ve devletlerin kendileri hakkında semiyotik algılamalarını en önemli biçimde yansıtan belgelerdir.

Mustafa Kemal 19 Mayıs 1919’da padişahın ve hükümetin onayıyla Samsun’a çıktığı zaman, sadece Osmanlı devletinin bir paşasıdır.

İstanbul’daki halife sultanı milleti ve yurdu yabancı istilasından kurtarmak için başlayan hareketin örgütleyicisi olarak kabul edilir.

Sonra İngiltere’ye baş eğen İstanbul hükümeti, onu ihtilalci girişimcileri dolayısıyla bu resmi görevlerinden azleder.

Fakat o yine Anadolu’da Mustafa Kemal Paşa olarak saygı görür.

Ve şimdi onun unvanı; Anadolu ve resmi müdafaa-i hukuk cemiyetleri heyet-i temsiliyesi reisidir.”

Buraya kadar gelişen, oluşan olaylar bundan ibarettir.

Devamı yarın.

En derin saygı ve sevgilerimle…