D.Ü’de Çözüm Süreci ve Türkiye Barışı Kongresi

Bugün, 2 Şubat 2015, Dicle Üniversitesi’nde Türkiye’nin farklı üniversitelerinden ve kuruluşlarından konuşmacıların katılımıyla ‘Sosyal Bilimler Perspektifinden Çözüm Süreci ve Barış’ konulu bir sempozyum/çalıştay yapılacaktır. Öncelikle şunu belirtmem gerekir ki, barışı en çok seven ve hak eden bu coğrafyada Türkiye ve dünya barışının akademik bir platformda konuşulup tartışılmasını hem çok anlamlı hem de yerinde bir karar olarak görüyorum. Dolayısıyla bu bilimsel etkinliğin gerçekleşmesinde emeği geçen herkesi kutlamak gerekiyor.

Barış kavramı bilinen aksine, sadece  düşmanlığın olmaması, savaşın sona ermesi anlamına gelmez. Evet, barış çoğunlukla kötülüklerden, kavgalardan, savaşlardan kurtulma anlamında kullanılmaktadır, ama aynı zamanda “uyum, birlik, bütünlük, sükûnet, sessizlik, huzur içinde yaşamak” da barış demektir. Bu ikinci barış,  birincisinden çok daha zor ve gerçekleşmesi de uzun bir zaman ister.

“Barış” sadece savaşın sona ermesi anlamına gelseydi, bugün Kobani‘den kaçıp Türkiye’ye sığınanların, kentlerinde savaş bittiği için bayram etmeleri gerekmez miydi? IŞID çekildi diye, halay çekenler, Kobani’den gelen savaş mağdurları değil, Türkiye’de yaşayanlardı. Onlar da sadece dışarıdaki savaşı görebildikleri için seviniyorlar.

Çünkü savaşın sona ermesiyle belki düşmanlıklar bitebiliyor veya düşmanlar uzaklaştırılıyor, ancak ruhlarda yaşanan savaş bitmediği ve izleri de silinmediği için bayram da yapılamıyor. 

Belki Kobani’de veya Suriye’de yıkılan binalar dışarıdan yapılan yardımlarla kısa sürede yeniden eski haline getirilebilir, yıkılmış köprüler tez zamanda yeniden onarılabilir, ancak dağılan aile düzeni, yıkılan evlilikler, işsizlik ve insanların yoklukla mücadelesi ve ruhlarda açılan yaralar sosyal hayatta büyük bir enkaz olarak uzun süre varlığını devam ettirecektir. 

Belki de hiç tamir edilmeyecektir. Suriye’de yaşanan vahşetten kaçıp Türkiye’ye sığınan yüz binlerin yaşadığı yabancılık dramı, yokluk, ümitsizlik, korku, kaygı  ve belirsizliğin ruhta bıraktığı derin izler silinebilecek midir? Kaybedilen hayatlar, yitirilen namuslar, yıkılan yuvalar bir daha geri gelebilecek midir? Buna hiç kime garanti veremez. Bunun için savaşın uzamaması her iki anlamda da barışın kalıcı ve etkili olması için son derece önemlidir.

Barış kavramına bu anlam doğrultusunda yaklaştığımızda, başlatılan ve gerçekten çok büyük fedakârlıklarla yürütülmeye çalışılan Çözüm Süreci daha da bir anlam kazanıyor; Sürecin başarıyla sonuçlanması ve kalıcı barışın gelmesi bir zaruret haline geliyor.

Çünkü her ne kadar yaşanan bunca provokasyona ve tahriklere rağmen, lokal ve ideolojik saplantılı olayları dikkate almazsak, 40 yıllık  “düşük yoğunluktaki savaş” sosyal anlamda ciddi tahriplere neden olmadı.

Kürt-Türk çatışmasına dönüşmedi. Ancak inkar etmeyelim ki, çoğu zaman da karşılıklı sabır eşiğini zorladı, insanlar arasında ciddi anlamda sosyal uzaklaşmalara neden oldu, kardeşlik bağları tel tel çözülmeye başladı.

Bu sosyal depremin farkında olan hükümet, olayın sarsıntıdan yıkıma doğru evirilmemesi için büyük riskler alarak süreci başlattı. Ve bugüne kadar başta müzmin muhalefet olmak üzere ciddi eleştirilere göğüs gerdi; 

Erdoğan’ın o günlerde söylediği o tarihi sözler hem barışın gelmesinin zorunluluğunu hem de bunu gerçekleştirmek için karşılaşılacak zorlukları özetler gibiydi: “Biz çözüm için her yola başvururuz. Baldıran zehrini içmekse, biz o baldıran zehrini içeriz, yeter ki bu ülkeye huzur gelsin."

Görüldüğü gibi burada da “barış” kavramının bir diğer karşılığı olarak “huzur” kullanılmıştır. Çünkü gerçek barıştan beklenen de hem sosyal huzur hem de iç huzur değil mi? Bu olgu gerçekleşmediği sürece barışın gelmesi de mümkün değildir. Nitekim sokaktaki insandan, devlet dairesinde çalışa memura ve esnafa kadar her kime Çözüm Süreci sorulsa, “bölgeye huzur geldi veya gelecek” şeklinde bir ifade kullanmaktadır.

Çözüm sürecinin bir tarafı, her gün yeni bir adım atıp, süreci devlet politikası haline getiriyor. Güneydoğu kamuoyu da konuya tam sahip çıkıp,  Çözüm Sürecinin siyasi aktörlerine de huzuru getirmesi için bunca kredi veriyor. Öyleyse,  huzuru zaman zaman karanlıklara çekip, görülmez kuyularda saklamaya çalışmanın, imkânsız hale getirip Çözüm Süreci’nin  ritmini bozmanın  mantığı nedir? İşte bu durum, barış söylemi ile yapılan eylem arasındaki anlamsız r paradoksun ta kendisidir.

Çözüm sürecinin tüm siyasi aktörleri iyi bilmelidirler ki, kendilerine verilen kredi de, sabır da, destek de asla sürekli değildir. Çünkü Maslow’un da belirttiği gibi, güvenlik ve huzur insanın en temel ihtiyacıdır, önce bunların tatmin edilmesi gerekir ki yol alınsın. Tabii ki yol kapatmak değil de yol almak istiyorsak!

Çünkü insanlar huzura ve sevgiye aç. Barışa, merhamete, muhabbete, şefkate olan özlem hiç olmadığı kadar fazla. Ancak bu coğrafyada zor olan da herhalde yapmak, tamir etmek, “barış ve sevgi” politikalarını hâkim kılmaktır. Kolay olan ise tahrip etmek, yıkmak, nefret, kin,  acı ve ıstıraplara neden olacak eylemler içine girmektir.

Siz, gerçekten  hangisine talipsiniz?

Not: Bu vesileyle bugünkü barış ve çözüm süreci kongresinin başarılı geçmesini ve bölgeye gerçek barış ve huzurun gelmesine vesile olmasını diliyorum.

www.sabrieyigun.com.tr