Töre Cinayetleri, Avrupa, Kurgu ve Ötekiler

Çoğunlukla kadının toplumsal normlardan sapma gösteren cinsel davranışları üzerine gerçekleşen töre cinayetleri, adı farklı da olsa, insanlık tarihi kadar eskiye dayanan bir olgudur. Eski Roma'da erkekler eşlerini dövebilir, boşayabilirdi. Ayrıca erkekler eşini zina, toplum içinde sarhoşluk ya da halka açık oyunlara gitme gibi durumlarda öldürme hakkına dahi sahipti. On yedinci yüzyılda İngiltere'de yasalar erkeklere, doğru yoldan ayrılan karısını fiziksel olarak cezalandırma hakkını vermekteydi. Bu uygulama on dokuzuncu yüzyılda ABD'de de uygulanmıştır

Bugün hala bu pratiğe bazı ülkelerde Hıristiyanlar ve Hindular da rastlandığı bilinmektedir. Örneğin Yunanistan’ın Doğu bölgelerinde İspanya’nın bazı bölgelerinde, Ekvator, Uganda, İtalya İsrail’de de uygulanmaktadır.

Durum böyleyken Avrupa, töre cinayetlerini kendisine ait olmayan ve tümüyle yabancısıymış gibi bir yaklaşımla ele almaktadır. Bununla da yetinmeyip sürekli olarak gündemde tutmaktadır. Çünkü ağırlıklı olarak Ortadoğu ve İslam ülkeleriyle ilişkilendirilen namus cinayetleri,  aynı zamanda Avrupa için bir “öteki”  kategorisi oluşturuyor. Avrupa’dan bakıldığında bu öteki “Müslümanlar ve İslam” oluyor, Türkiye’nin Batısından bakıldığında ise  “öteki”, Kürtler veya Güneydoğulular oluyor.

Görüldüğü gibi, namus cinayetleri sorununu, Avrupa basını tarafında farklı kurgulanıyor, Türk medyası tarafından da daha farklı kurgulanıyor. Bizde namus cinayetleri, kot pantolon giydi,  dondurma yedi, parkta birisiyle konuştu, saçlarını kızıla boyadı gibi söylemler üzerinden kurgulanırken, Batı basınında İslam dini, ataerkil aile yapısı, antidemokratik yönetim ve Oryantal söylemler üzerinden kurgulanıyor. Konu, bir şekilde aile yapısı, İslam dini, geri kalmışlık ve batıya karşı geri kalmış eksik demokrasi sistemimiz çerçevesinde ele alınmaktadır.

Öyle ki, bazı araştırmacılar töre cinayetleri ile Avrupalı olmayan topluluklar arasındaki ilişkileri incelerken,  Batı kültürlerini diğer kültürlerden ayırt etmek için bu kavramı tercih etmektedir. Kültürleri görünür imaj kültürü, onur kültürü ve namus kültürü şeklinde üçe ayırmışlardır. İslam coğrafyasında yaşayan topluluklar “namus kültürü”   ile tanımlanırken, aslında arkasından çağrıştırılmak istenilen şey, medyaya yansıyan ve töre saikıyla işlenen vahşetlerdir. Bir anlamda İslam topluluklarıyla vahşeti özleştirmektir.

Bu yaklaşım biçimi, fikr-i sabit şeklinde yaşamın her alanında kendini göstermektedir. Örneğin Livaneli’nin mutluluk romanında sahte bir şeyh tarafında iğfal edilen genç bir kızın öyküsü anlatılıyor. Kitabın Almanca çevirisini yayınlayan Alman yayınevi, romanı tanıtırken, “imam tarafında tecavüz edilen genç bir kızın öyküsü” şeklinde yorumlayarak konuyu bir şekilde doğrudan din ve din adamıyla ilişkilendirilmektedir.

Böylece Avrupa, töre cinayetleri üzerine çok vurgu yapıp, Batılı olmayan toplulukları daha kolay ötekileştirmekte, daha doğrusu kendisini öteki üzerinden tanımlamaktadır. Yoksa amaç, töre nedeniyle öldürülen kadınların yaşamı değildir. Böyle olsaydı, Avrupa’da “aşk” ve Kıskançlık” cinayetinden öldürülen kadın sayısı, bizde töre cinayetlerine kurban giden kadın sayısından çok daha fazla olmazdı. Burada “aşk” olgusu,  adeta kutsallaştırılarak, onun uğruna yapılan her şey masumlaştırılmaktadır. Yani olayın merkezinde yine “kadının yaşam hakkı” yoktur.

Sonuç olarak, Avrupa’nın namus ve töre cinayetlerine verdiği önem zannedildiği gibi, masum bir insan hakkı davası değildir. Ötekini küçümseyerek kendi kutsallığını öne çıkarma aracından başka bir şey değildir.

Bize düşen şey, gerekçesi ne olursa olsun, bu cinayetleri ortadan kaldırarak hem insan hakkına riayet etmek hem de Avrupa’nın elinden bu bahanesini almaktır.

www.sabrieyigun.com.tr