Dağkapı'da Bir Suriyeli Kız veya Savaşın Öteki Yüzü

Diyarbakır'ın Dağkapı Meydanı'ndan geçerken kırmızı ışıkta her durduğumda bir kadının veya genç bir kız çocuğunun arabama yaklaşıp utana sıkıla dilenmesine şahit olmak artık içimi acıtıyor. Geçen gün yol çalışması dolayısıyla kavşakta biraz uzun süre beklemek zorunda kaldığımda, el açıp dilenen bir kızcağızla biraz konuşma imkânım oldu. Babasının Suriye'de, yanı Savaş'tan önce ne iş yaptığını sordum. Öğrendiklerim beni bir kez daha düşünmeye ve sarsmaya yetti bile. Dağkapı'da dilenen kişi hali vakti yerinde bir Suriyeli esnafın kızıymış, savaşla beraber her şeylerini kaybetmişler.
Bu kızacağız ve ailesinin ibretlik öyküsünü dilediğim günün akşamı, basında şöyle bir haber beni bir kez daha Savaş'ın aileler üzerindeki acımasız etkisi üzerinde düşünmeye sevk etti. Haber aynen şöyleydi: "Turizm sezonunun en yoğun yaşandığı bugünlerde sahillerde başıboş gezen Suriyeli kadın ve kızların toplattırılıp kamplara gönderilmesi kararlaştırıldı. Muhtemelen, "sahillerde başıboş gezen" ve insanlıktan çıkmış bu yaratıklar(!) da Dağkapı'da gördüğüm kızcağız ve ailesi gibi savaştan önce hali vakti yerinde, yani bizim gibi  yaşantıları olan insanlardı; karılarına ve kızlarına yan gözle bakanları affetmezler, omurları ve şerefleri için yaşarlardı. Ama şimdi sahillerde gezen bir "sürü(!)", konumuna düşmüşler, binlercesi bir lokma ekmek uğruna ya fuhuş bataklığına saplanmış, ya da erkeklerin metresi veya ikinci, üçüncü karıları olmayı içlerine sindirmişlerdi.
Dışarıdan bakıldığında, acımasız savaştan ve bahtsızlıktan kurtulmuş, kıyıya ulaşmış görünüyorlardı. Gerçi, yaşamlarını hedef alan sıcak savaştan kaçmış ve kurtulmuşlardı, ama şimdi ruhlarını hedef alan bir başka savaşın içinde kendilerini bulmuşlardır. Yani anlayacağınız onların savaşı devam ediyordu. Hem daha da acımasız bir şekilde. "Hangisi daha zordur?”, diye sordum kızcağıza, verdiği cevap, cephe gerisinde, gurbette, yaban ellerde yaşanan savaşın aslında ne kadar da ağır olduğunu gösteriyordu. "Orada kalsaydık bir kez ölecektik, burada her gün ölüyoruz" sözleri ağzından dökülürken, billur tanesi gözyaşları da yanaklarından aşağı doğru iniyordu.
Bu gerçeği bile bile neden memleketlerinde ölmeyi değil, yaban ellerin de sürünmeyi tercih etmişlerdi? Mantıklı olan bu değil miydi? Ancak unutulmamalıdır ki, savaş ve doğal felaketlerde toplum kronik kaygı yaşadığından, rasyonel kararlar vermektense duygusal temelli kararlar verirler ve hayatta kalma içgüdüsü, mantığı devre dışı bırakabilir. Muhtemelen bunları da benzer duygular buralara kadar atmıştı. Allah kimseyi böyle bir şeyle imtihan etmesin!
 Anladım ki, savaşın hâkim olduğu Suriye'de asıl yıkıntı ne şehirlerin, ne köprü ve yolların yıkılmasıdır, asıl yıkıntı orta halli ve fakir insanların yaşamlarına gelen yıkıntılardı. Hepsi birer virane olmuşlardı, belki onlar kendi ülkelerindeki binaların, sokak ve caddelerin yıkıntılara şahit olmadılar, ama şimdi içlerindeki yıkıntının boyutlarını bile bilmiyorlar. Tek hedefleri ise, sadece karınlarını doyurabilmek. Çünkü uğrunda ölebilecekleri tüm değerlerini yerlere sermiş, ayaklarının altına almışlar. 
Savaş'ın acımasızlığını anlamak için,  illa da onun yıkıntılarını görmek mi gerekir? Çevremizde yaşanan ateş çemberini ve o ateş içinde kaybedilen namusları görünce, şimdi bizlerin her zamankinden daha fazla barışı korumamız gerektiğine inanıyorum. 
Savaş başlayınca, vatan bir viran haneye dönünce, karısını kızını satarak karnını doyurmaya çalışan bedbaht Suriyelilerin öyküleri, kısaca Suriyeli kızın ve ailesinin durumunu hiç unutmayın!
www.sabrieyigun.com.tr
twitter: @sabrieyigun