İDAMIN GÖLGESİNDE AİLENİN İNTİHARINI GÖREMEDİK

Özgecan vahşeti toplumun her kesimini ciddi biçimde sarstı. Bunda yaşanan olayın, insanlığımızdan utanacak kadar iğrenç olmasının etkili olması yanında tüm kadınları, anneleri, babaları doğrudan ilgilendirmesinin de etkisi vardı. Çünkü kadına yönelik bu en acımasız şiddete kız çocuklarımızın ne kadar da yakın olduğunu anladık, dolayısıyla kaygılandık. Allah’a şükür empati duygularımız hala canlı ki kendimizi Özgecan’nın annesinin ve babasının yerine koyabildik.  
Özgecan olayında bizi, son zamanlarda hiç olmayacak kadar, acıda ve öfkede de olsa birleştiren ve millet olduğumuzu anlamamıza neden olan bir başka faktör daha vardı: Siyasi partilerin tümünün de adeta birbirleriyle yarışırcasına konuya sahip çıkması. Demek toplumu ortak bir noktada birleştiren de, ayrıştıran da öncelikli olarak siyasiler ve medyadır. Dolayısıyla bundan sonraki olası toplumsal kamplaşmaların, sosyal bütünleşmelerin günahı da sevabı da birinci ve dördüncü küvetlere aittir. Artık herkes bunun bilincinde.
Ancak tüm toplumun aynı noktada birleşmesi, siyasi parti taraftarlarının kendi içinde kemikleşmeden tek parça olması siyasetin işine gelmedi. Hemen “idam” olgusu çevresinde korkularımız ve kaygılarımız üzerinden kamplaşma stratejisi devreye sokuldu, daha Özgecan’nın acısını paylaşmadan, idamı tartışmaya başladık.
Hükümet, toplumun genel beklentisi doğrultusunda, kaygıları giderme ve toplumun devlete olan güvenini sarsmama adına idamı gündeme getirir getirmez, muhalefet, geçmişin karanlıklarını önümüze koyarak, geleceği siyah bir perde gibi karşımıza serdi. Toplum tekrar ikiye bölündü: İdamı isteyenler ve karşı olanlar.
İdam, önümüzü tıkadı.  Oysaki, çok önemli bir toplumsal konsensüs yakalamıştık. Hepimiz, katilin ve maktulün kimlikleri üzerinde yapılan siyaseti elimizin tersi ile reddedip, insanlık ve insaniyetimiz çerçevesinde kenetlenmiştik. Ne katilin Nusayrı mezhebine ait olması ne de maktulün Alevi olması bizi ilgilendirmedi. Hepimiz genç bir kızın ve ailesinin acısını konuştuk, hatta Kürtçe ağıtlar yakıp, Türkçe besteler yaptık.
Şimdi artık ne Özgecan’ın  katılını ne de toplumun nasıl böyle bir canavar üretecek duruma geldiğini konuşmuyoruz. 
Hepimiz bütün ruhumuzla böylesi katliamın tekrar etmememsi için neler yapılması gerektiğini konuşabilirdik. Çünkü katilin annesinin anlattığı hayat hikâyesinde hem sorularımız hem de cevapları çok açık biçimde okunuyordu. Çok tartışmaya da gerek yoktu:  Birinci derece sorumlu aile ilişkileriydi, daha doğrusu ailesinin sarsılmasıydı. Yani şiddeti besleyen, duyguları dumura uğratan, vicdanları karartan tüm etkenler aile içinde yaşanmıştı. Süregelen aile içi şiddet, huzursuzluk, sevgisizlik, saygısızlık, boşanma, terk edilme, yalnız kalma, travma, okulda başarısızlık, işsizlik, başarısız evlilik ve tekrar boşanma. Yani, ana ocağından, yar kucağından, baba sevgisinde uzakta insanlığı kaybetmiş bir yaratık. 
İşte neden de burada, çözüm de, yani aile yapımızı güçlendirmede. Şimdi her zamankinden daha fazla aileye ihtiyaç var. Modernizemin ve rekabete, hazza yönelik kapitalizmin bir ürünü olarak bencillik ve duyarsızlığımıza, sanal muhabbetler de eklenince toplumsal ilişkilerimiz sarsıldı. Komşuluk ve akrabalık bağlarımız neredeyse bitme noktasına geldi. Bizi değerlerimize bağlayan birçok şeye yenik düştük. 
Şimdi müflis bir tüccar gibiyiz; elimizde olan tüm sosyal ve manevi servetimizi savurganca harcadık. Bugün büyük çoğunlukla ilişkilerimiz sadece çekirdek aile bireyleriyle sınırlı hale geldi. Elimizde kalan son sığınağımız çekirdek de olsa AİLE HAYATIMIZdir. Onun da sarsılması karşısında, tüm hayvani duyguların tesiri altına girebiliriz.
Onun için gelin yediği darbelerle sarsılan toplumsal yapımızı korumak için aileye ve aile değerlerine eskisinden daha fazla sahip çıkalım
www.sabrieyigun.com.tr