Buğulu Gözler Kardeşliğimizin Şahididir.

30 Ocak Cumartesi günü İLESAM başkanı Cafer Vayni’nin davetlisi olarak bir konferans vermek üzere İstanbul’daydım. Konferansın konusu olarak “Bölgede yaşanan sorunlar ve çözüm önerileri” seçilmişti. Daveti severek kabul ettim. Çünkü bölgenin ve bölgede yaşananların Ankara’ya, İstanbul’a doğru aktarılmadığını biliyordum.  Bu davetin, bölgeyi anlatmak için bir fırsat olacağını düşündüm. Sayın Cumhurbaşkanı bile, bürokratlarının bölge hakkında olup bitenleri kendisine tam olarak aktarmadıklarından yakındığına göre, geri kalanın olayları doğru yorumlayamamasını tahmin etmek hiç de zor değil.

Gördüm ve duyduklarım tahminlerimi doğru çıkarmıştı. Başta basın mensupları olmak üzere herkes bölgeyle ciddi alakadar olup derin bir üzüntü içinde. Sur’da Cizre’de olanlar en az bölge insanı kadar onları da üzmekteydi. Ancak neler olup bittiğini, olayların neden bu aşamaya geldiğini de anlayamıyorlar. Çünkü ellerindeki veriler, medyanın aktardığı bilgiler, resmi tarihin söyledikleri ve örgütün propagandası hepsi de birbiriyle çelişen, aynı zamanda da kafaları karıştıran şeylerdir.

İLESAM yöneticilerinin ve dostlarının da etkili duyuruları sayesinde konferansta oldukça seçkin bir katılımcı profili vardı. Ulusal basından köşe yazarları, akademisyenler, roman yazarları, bürokratlar, rektör ve valileri ve diğer meslek grubundan ve de esnaftan çok sayıda kişi vardı. Katılımın yüksek olmasının en önemli nedeni bölgede yaşananlara anlam arayışı ve bir ümit beklentisiydi. Katılımcıların bakışlarından ve bana yöneltilen sorulardan bölge ile ilgili olumlu bir şeyler duymak ve doğru anlamlandırmak istedikleri anlaşılıyordu. Aynı kaygılı ve meraklı bakışları ziyaret ettiğim bazı basın veya yayın kuruluşlarının temsilcilerinde de gördüm.

Osmanlının son dönemlerinde küçük bir kartopu olan “Şark Meselesi”nin, nasıl olup ta bugün bir “çığ haline” geldiği anlattım. Bu aşamaya gelinmesinin tek nedeni olmadığını, bu süreçte kimsenin tek başına ne suçlu ne de masum görülemeyeceğini vurguladım. Dolayısıyla suçlu aramak ve onun üzerinden yaraları yeniden kaşımanın kimseye faydası olmadığını söyledim.

Katılımcılar üzerinde en etkili sözlerimin bölge insanına empatiyle yaklaşmamız gerektiğini anlatırken verdiğim örnekler oldu. Bu, katılımcıların gözlerinin buğulanması ve duygulanmalarına neden oldu. Onları en rahatlatan şey ise, bölge insanının artık şiddeti istemediği, rahatı ve huzuru istediği, birlik ve bütünlükten yana olduğu ile ilgili ifadelerim oldu.

Ülkenin Doğu ve Güneydoğu’sunda yaşanan bir sıkıntının batısındaki devlet temsilcilerini, akademisyenini ve sırdan inansını bu denli ilgilendirmesi üzerinde durulması gereken bir noktadır. Bölge yaşanan bir göçün, kaybedilen bir hayatın ülkenin en ücra köşesindeki birisini bu denli üzmesi ve kederlendirmesi her halde sadece bize özgüdür.

Birileri çıkıp bana, şu sosyal medya’da yazılan bir patavatsızlığı, bir köşe yazarının beylik laflarını, külhanbeyi bir vekilin saçmalıklarını örnek vererek aksını söyleyebilir. Ama bunların hiçbirisi de bu ülkenin insanlarını temsil etmiyor. Hiç biri genelin vicdanını yansıtmıyor.

Vicdanlar Güneydoğu’da yaşanan her sıkıntıyı aynı duyarlılıkla hissediyor, kalpler aynı şeyler için çarpıyor. “Sur’a sahip çıkalım” dediğimde, gördüğüm duygusallık, buğulanan gözler şahidimdir. “Necip Fazıl, Cahit Sıtkı, Cahit Zarifoğlu, Ahmedi Hani vb hepsi de bizim öz değerlerimizdir” dediğimde beni tasdik eden başlar buna şahittir.

Bu tablo karşısında yalancı şahitleri ne hükmü var?