Şiddetin Uzun Yüzyılında Mezhep Savaşları

"Gözlerimi kaldırıyorum ve ufka bakıyorum. Ateşi ve alevleri görüyorum; harap olmuş tarlaları, talan edilmiş şehirleri görüyorum. Canavarlar! Dehşet verici bir gürültü duyuyorum. Nasıl bir kargaşa bu! Ne çok haykırış var! Yaklaşıyorum; bir katliam sahnesiyle karşılaşıyorum: Katledilmiş on binler, üst üste yığılmış cesetler; atların nalları altında can çekişenler ölümün imgesini ve ıstırabını çağrıştırıyor! Yüreğimin derinliklerinde merhamet ve hiddet yükseliyor. Evet, kalpsiz filozof! Gel ve bize, bir muharebe meydanı üstüne yazdığın kitabını oku bari şimdi." (Rousseau)

Ünlü Fransız düşünür ve şair Rousseau,(1712) bundan tam üç asır önce Batı Avrupa’da yaşanan şiddetin,  şair duyarlılığına sahip bir yürekte uyandırdığı ürpertiyi bu sözlerle dile getirmişti. Şairin tasvir ettiğinden daha da yoğun bir biçimde yaşanan ve tarihe “30 Yıl Savaşları”, “100 Yıl Savaşları” olarak geçen söz konusu vahşet,  Avrupa’da bugünkü modern paradigmayı da ortaya çıkaran temel felsefenin doğmasına zemin hazırlamıştı. Önlenemeyen savaşlara ve şiddete çözüm arayan düşünürler,  Aydınlanma felsefesine ve pozitivist düşünceye dört elle sarılmış ve bu anlayışın temel göstergesi olarak şiddetin artık dünyada yer bulamayacağı görüşüne kapılmışlardı. Çünkü artık sorunlar;  dinin metafizik ve dogmatik(!) perspektifiyle değil de, mutlak doğrunun tek ölçütü olan aklın hâkimiyetiyle çözülecekti. Akıl ise, şiddeti reddedecek, barışı hâkim kılacaktı.

Aydınlanmaya ve dolayısıyla aklın hâkimiyetine olan bu güven, Birinci ve ardından yaşanan İkinci Dünya Savaşlarının akıttığı kan ve neden olduğu vahşet içinde, karamsarlık ve nihilizmin derinliğinde kayboldu, gitti. Bu da yetmedi, şiddetin onlarca yeni çeşidinin de doğmasına neden oldu. Çünkü dini ve maneviyatı bir tarafa bırakan akıl, daha çok şiddet üretmeye başladı. İnsanoğlu, artık yalnız  “atların nalları altında can çekişenleri “ değil de,  atom bombasının yol açtığı tahribattan beyinleri sulanan zavallıları,   temerküz kamplarındaki gaz odalarında can verenleri, kendilerine millet-i sadıka denilenlerin, yüz yıllarca birlikte yaşadıkları topluluklara reva gördükleri katliamları görmeye başladı.

Irak Savaşında üst üste çıplak şekilde bir saman yığını gibi istiflenen, yalnız bedenleri değil de ruhları da açlık, hukuksuzluk ve sadistliğin kıskacına umutsuzca sıkıştırılan mazlumlara şahit oldu.  Bu da az geldi. Ebu Garip hapishanesinde esirlere insani muameleyi yakıştıramayıp, vahşi ormandaki bir hayvana bile reva görülmeyen ve insanlığı utandıran zulme maruz kalanları gördü. Hitlerin toplama kamplarında öldürdüğü Yahudilerin torunları, bugün kendi katillerinin mirasçılarıyla kol kola girmiş, benzer bir zulmü Filistin halkına uygulamaktadırlar.

…Kısaca; bu yüzyıl tasarlanmış olsun veya olmasın şiddetin her türlüsüne şahit oldu ve olmaya da devam ediyor.

Şiddetin meşrulaştırıldığı bir yüzyılda bu türden simgeler, artık özellikle Müslüman ülkelerde günlük yaşantının bir parçası haline geldi; birinden kurtulmaya ve onun kalplerimizde ve ruhlarımızda yol açtığı ıstırabı dindirmeye çalışırken, bir diğerinin yükünü, hem daha ağırca, yorgun yüreklerimize sığdırmaya başladık. Daha Halepçe, Rohingya, Doğu Türkistan, Karabağ ve Somali, Yemen, Suriye Müslümanlarına uygulanan zulmü unutmamışken,  tekrar Suriye Türkmenlerinin ve Kürtlerinin acılarını yaşamaya başladık.

Şimdi de bir ABD projesi olduğu anlaşılan ve İran’ın da sürekli kaşımaya çalıştığı mezhep savaşlarının yol açacağı şiddetin ayak seslerinden yüreklerimiz ürperiyor.

John'da Keane geçtiğimiz asra boşuna, " Şiddetin Uzun Yüzyılı" dememiştir. Ancak bu, daha çok Müslüman ülkeler için “şiddetin uzun yılı!”oldu.

Aydınlatmacı akıl, ne şiddeti reddetti ve ne de barışı hâkim kılabildi.

Sarsıcı gerçekler böylesine bizi ezmeye devam ederken, hala dünya barışını koruma adına dış güçlerden medet ummak bize yeni acılar dışında bir şey getirmeyecektir. Kurtarıcı  güç bizde var. Tarihimizde var, inancımızda var. Kanımızda ve canımızda var.  Buna inandığımız gün, Ortadoğu coğrafyasında da ülkemizde de şiddet değil, huzur hâkim olacaktır. Aksi halde, her gün bir başka Müslüman topluluğun maruz kaldığı zulmü, yalnızca Taksim Meydanı’nda, Fecabook veya Tiwitter’de lanetlemekten başka elimizden bir şey gelmeyecektir.

“Evet, kalpsiz filozof! gel ve bize, bir muharebe meydanı üstüne yazdığın kitabını oku bari şimdi."